Dış Politika ve Jeo-Politik
Dış Politika ve Jeo-Politik:
Fahri Yurtsever
Herhangi bir dış politika konusu açılsa, gazete veya TV de tartışılsa, konuşmacılar konuya ülkemizin coğrafi konumundan, yani jeo-stratejik veya jeo-politik öneminden giriyorlar. Hariciyeciler, jeo-politik kavramını, askeri analistler jeo-strateji deyimini, haliyle daha çok yeğliyorlar.
Herhangi bir dış politika konusu açılsa, gazete veya TV de tartışılsa, konuşmacılar konuya ülkemizin coğrafi konumundan, yani jeo-stratejik veya jeo-politik öneminden giriyorlar. Hariciyeciler, jeo-politik kavramını, askeri analistler jeo-strateji deyimini, haliyle daha çok yeğliyorlar.
Türkiye’nin, ya denge politikası izlemesi gerektiği veya bir tarafa yaslanma, bir blok içinde olma gereğinde birleşiyorlar. Biraz dikkatle anlamaya çalıştığınız vakit, denge politikasını da, bir tarafa biraz fazla yaslanarak mümkün gördüklerini çıkarıyorsunuz. Beraberinde, denge politikası denilenin, büyük! güçleri idare etme, oyalama ve mümkün olduğunca az taviz verme olduğu, hemen anlaşılıyor.
Hiç kimse, ülkemizin bağımsız bir dış politika izleyebileceğini ifade etmiyor veya edemiyor. Hele, son dönemlerde sıkça beyan edilen, “dışında kalamayız, oyun kuran tarafta yer almalıyız” argümanı ve uluslararası terörün! tehdit sıralamasında ilk başa konması, dış politikada daha geri bir kırılmanın habercisidir. Kimilerinin, iki kutuplu dünya nostaljisi, bilinçaltı çaresizliğin belirtisi gibidir.
Ülkemizin, bağımsız dış politika izlemesi niçin mümkün görülmüyor?
Türkiye’miz, hangi alanda bağımsız ki, dış politika da olsun diyebilir; borç almaya alışanlar, neticede emir almaya da alışırlar, şeklindeki özdeyişle devam edebiliriz.
Bu özlü cevaba rağmen, konunun uzmanlarının yaklaşımlarını irdelemekte fayda var. Çünkü, bu yaklaşım dış borçlardan, dışa bağımlılıktan çok daha tehlikelidir.
Şöyle ki, dış politikamızın eksenine oturtulan, çıkış noktası yapılan bu kavramlar, esasen başkaları üzerine çalışılır ve uygulanır. Bir coğrafi bölgenin önemli olup olmadığını ve önem derecesini, siz kendinize göre, kendi kıstaslarınızla tayin edersiniz. Yada, sizin ülkenizin önemi, önemin şekli ve derecesini başkaları tayin eder, tabii kendilerine göre kıstaslarla. Bu kıstaslar, jeo-politiğin konusudur.
Petrolden ötürü, jeo-politik orta doğunun önemine varırken, SSCB’ne komşu olmaktan ötürü, jeo-strateji Türkiye’nin önemine varmıştır. 20-30 yıl sonra, petrolün halen önemli olup olmayacağı; olmayacak ise yerini neyin alacağı öngörüsü ve nerelerde bulunduğu tespiti, yine jeo-politik çalışma konularıdır.
Jeo-strateji, her ne kadar, askeri bir terim ve jeo-politiğin bir alt kolu olsa da, günümüzde tümüyle iç içe geçmiştir, ayırmak ekseriyetle zordur. Çoğu kere aynı anlamada kullanılmaktadır. Buna sebep, dünyamızın tek süper gücünün, ekonomi-politik çıkarlarını, doğrudan askeri araçlarla sağlamada mahsur görmemesidir. Küreselleşme, küresel jandarmalığı da gerektirmektedir.
Bizde, jeo-politik kavramından ziyade, ‘jeo-stratejik önem’ kavramının kullanılmasının nedeni, biraz daha farklıdır. İki kutuplu dünyadan, ülkemize atfedilen askeri önemden kalan bir alışkanlıktır. Bu öneme binaen, güneydoğu kanat ülke-karakol görevi tevdii edilmiş ve ülkemiz siyasi-askeri analistleri, dışarıda hocalarından duydukları bu terimi, ezber haline getirmişlerdir.
Biz, kendi ülkemizi jeo-stratejik, jeo-politik vb. önemde değerlendiremeyiz. Bu değerleme üzerinden konuşmak, başkalarının ağzıyla, başkalarının hesaplarını konuşmak demektir. Diğer yandan ve daha kötüsü, ülkemizin coğrafi konumu üzerinden dış politika üretmek, başkalarının biçtiği önem-değer üzerinden, pazarlık yapmaya kalkışmak demektir. Buda, vatan topraklarını -ve içindekileri- masaya sürmekle eşdeğerdir.
Örneğin, Süveyş kanalından ötürü Mısır, son derece önemli bir coğrafyayı tutmaktadır tespiti yapıldığında, şu soru kaçınılmaz olarak gelir, kim veya kimler için önemli? Kanal kimler için önemli ise, tabiiki onlar için! Yada, Panama Kanalı’nın, Panamalılar için yegane önemi, maddi getirisidir. Ancak, ABD için çok daha fazlası olduğu kesindir. Geçmişten örnek verecek olursak, Küba’nın Kübalılar için önemi nedir? Yaşadıkları topraklar oluşudur. Sovyetler için taktik önemde; ABD için ise, Sovyet füzelerinden ötürü stratejik önemde, savaş sebebi kabul edilmiştir.
Başkaları, ABD veya Rusya, ülkemizi önemli buluyorsa, stratejik önemde buluyorsa, görmezden mi geleceğiz? Dikkate almayacak mıyız?
Tersine! Ama öncelikle, başkalarının stratejik önem yaklaşımını, olumlu-elimizi güçlendiren değil; bir tehdit faktörü olarak algılayacağız. Tabii, vatan topraklarını, kiralık işyeri veya satılık arazi gibi görmüyorsak!
Birisi, sizin topraklarınıza önem atfetmiş ise, bu tehlike işaretidir. Tehdit algılaması burada başlar. Bu tehlikeyi oluşturan sebebi-önemi avantaja dönüştürmek, pektabii mümkündür. Hele, önem atfedenler birden fazla ise, bu çok daha kolay olacaktır. Tehdit karşısında korkmamak, tehditle-avantajı beraber ele almakla bu mümkün olabilir. Elbette, önce tehditi doğru algılamak ve karşılama cesaretine-kabiliyetine sahip olmak icap eder.
Bunun örneğini, Cumhuriyetin ilk yıllarında görürüz. SSCB ilişkiler “samimi ama mesafeli”, batı ile ilişkiler “iyi ama mesafelidir”. Her iki tarafta, Türkiye’yi diğer tarafa kaptırmama çabasındadır. Bu çaba, savaş yıllarında, çok net bir biçimde ortaya dökülür. Almanya, yanına alamadığı Türkiye’nin, SSCB’nin yanında savaşa girmesini önlemek için çırpınır. SSCB, Almanların yanında girmesini, boğazların açılmasını önlemek için ter döker. Dikkat ederseniz, kendi yanlarında savaşa girmeyeceğine emin oldukları Türkiye’nin, diğer tarafın yanında yer almaması, temel kaygıları haline gelmiştir. İşte avantaja dönüştürmek marifeti budur.
Yine, ABD-İngiliz-Belçika çelik devlerinin, kurmayı ret ettiği çelik fabrikalarını, Ruslara kurdurmaktır..
Peki, ne oldu da, bu anlayış değişti?
Tek cümleyle basiretsizlik, dirayetsizlik olarak özetlemek mümkündür. Lozan’da, kuru sandalyeye oturmayı ret eden, hatta masadan kalkıp savaşı göze alan İsmet Paşa’nın yerini, 1939 da İngiltere ile ittifak kuran, 1947 de ABD ile ikili anlaşma imzalayan, Marshall Yardımını, Amerikan koruyuculuğu kabul eden bir İsmet Paşa ve ekibinin almış olmasıdır. Savaş sonrası paylaşımda, masada Rusya’ya bırakıldığına inandırılan Türkiye’nin dik duramaması, kendini aciz hissetmesi menfi gelişimin devamı olmuştur. Gelecekleri varsa görecekleri vardır, geldikleri gibi giderler diyebilecek bir yüreğin yokluğu, mandacı zihniyeti tezahür ettirmiştir.
Hele, 1950 den sonra, Menderes ve Bayar ikilisinin, ülkemizi batı bloğuna yamama girişimleri ve 1952 NATO na üyelikle, ülkemiz tarafsızlık politikasını tümüyle terk etmiş, bu da tuzu biberi olmuştur.
Küçük Amerika sloganıyla, ülkemizin bütün kurum ve kuruluşlarıyla ABD’ne teslimi ile, bağımsız gelişme, kalkınma ve dış politika anlayışı tamamen terk edilmiştir.
Kendi ulusal çıkarlarına uygun, dış politika anlayışı ve çözümler üreten, Sadabat ve Balkan Paktlarını bizzat kuran Türkiye’nin yerini, başkalarının paktlarının ileri karakolu olan Türkiye almıştır.
Efendim, Milletler Cemiyeti kurulmuş, bizde üyelik için başvuralım mı sorusuna, bekleyelim davet onlardan gelsin diyen, kendine güvenin, büyüklüğün eksikliğidir, bütün bunlara sebep.
Her şeyiyle dışa bağlanmış, başkalarının paktlarının üyesi olmuş, kendisini küçüklüğe, Avrupa ve Amerika’yı büyüklüğe layık görmüş bir ülkenin hariciyesi, velhasıl nasıl başı dik olabilir?
Ülkemizin dış politikasını, başkalarının Türkiye’ye verdiği önem üzerinden tayin eden bir ülke, nasıl ulusal çıkarları gözeten bir dış politika üretebilir.? Jeo-politik çalışmalar yapabilir?
Kendi ülkesini jeo-stratejik bir önemle masaya süren bir ülke, haysiyetli bir dış politika izliyor olabilir mi? İşler at pazarlığına varmaz mı?
Rusya’dan korkup, Amerika’nın kucağına oturan, süper güç ABD’ne karşı gelinemeyeceğini düşünen bir hariciyeci, elbette Rusya’ya karşı korkak-uzak, batıya karşı da korkak-dümen suyunda-teslimiyetçi davranacaktır.
Vatan toprakları ve Mehmetçik’i, kiralık-satılık mülk gibi gören, basiretsizliği, dirayetsizliği kat kat aşan, kendi sahşi ve siyasi çıkarlarını, emperyalistlerin çıkarlarıyla birleştirenler, elbette ABD bölge politikasına angaje olacak, uluslararası terör denen saçmalığı birinci tehdit sıralamasına koyacak, kilise kutsallığında-Kıbrıs’ı teslim eden- anlaşmalar imzalayacak, orta-doğunun yeniden şekillendirilmesinde aktif lejyoner rolü üstlenecek, AB’nin sömürgesi olmayı dahi bayram havasıyla kutlayacaklardır.!
Özetlersek, Türkiye’nin jeo-stratejik, jeo-politik önemi, bizlerin çalışma konusu olamaz. Bizler için, bu toprakların tek bir önemi vardır, o da vatanımız, canımız, kanımız oluşudur. Önemi-değeri bir bedelle ölçülemez. Pazarlık malzemesi yapılamaz.
Ülkemizle ilgilenenler, ülkemiz üzerinde maddi çıkar ve nüfuz hesapları yapanlar, kendi politik ve askeri stratejilerini ortaya koyarlar. Bizlere, bunları tehdit olarak algılamak, tarihsel gelişim-değişimleriyle birlikte, kendi bakış açımızla değerlendirmek düşer.
Şimdilik bizi ilgilendiren, Avrasya Jeo-Politiğidir. Bu çalışma, tehdit algılamasıyla ve savunmacı-korkak dar bir zihniyetle yapılamaz. Ülkemizin, gelecek projeksiyonunu çizen ve bunun gereği olan, bölge üzerinde milli-ulusal çıkar hesapları güden bir tablo ortaya konmalıdır. Bu hesaplar, hiç kuşkusuz, küresel emperyalist güçlere karşı ortak menfaat birliği yaklaşımıyla ele alınmalı ve hayatiyet bulmalıdır. Bağımsız Türkiye’nin dış politikası, cüretkar ve kararlı bu iki eksene oturmalıdır.
Fahri YURTSEVER
Ankara Ekim 2006
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.