Kabe Yolunda

(Geçmişte) Kabe Yolunda

NE UMDUK, NE BULDUK

Bahattin BİLHAN(*)
Allah’a hamd olsun bu yıl umre için Beytullah’a gitmeyi bize nasip etti. Bağdat yolu ile gittik. Irak topraklarında 1000 Km. kadar yolculuk yaptık. Yolumuz bazı önemli şehirlere uğradı, halkından bazıları ile konuştuk., birkaç gazetesini, birkaç okul kitabını inceledik. Daha sonra Suudi Arabistan’a olduğu bu iki ülke hakkında umduklarımız vardı, bazı yerde umduğumuzu bulduk, bazı yerlerde bulamadık, bazı yerde de aksi ile karşılaştık. İşte bunlardan birkaç tanesi :
IRAK’TA
Umardık ki petrol geliri çok olan bu “Müslüman’ım” diyen insanların yaşadığı ülkede İslamiyet yaşansındı. O’nun emri istikametinde bir kalkınma seferberliği görürsündü. Ecdadın yükselttiği minarelerin yanı başında fabrika bacaları yükselsindi. Yol boyu seyretmekte olduğumuz çıplak dağları, tepeleri ağaçlandıran, madenleri işleyen memleket çocukları göze çarpsındı.

Gördük ki, petrol kazancı olduğu gibi silah bedeli olarak sanayileşmiş ülkelere akıp gitmekte… Yol boyunca gözümüze çarpan dağların, tepelerin üzerinde hep askeri barikatlar… bu barikatlarda çoğu ümitsiz ümitsiz bekleyen gencecik askerler, ana kuzular… Bulundukları yerde doğru dürüst su yok, elektrik yok, rahat bir yol yok. Bize anlatıldığına göre bunların hayat güvenlikleri de yokmuş. Çünkü ülkenin kuzey kısmında, dağlık yerlerde Kürtler (Kürtçülük yapanlar) varmış. Hiç beklenmedik bir anda insafsız bir baskın yaparak bu barikatlarda bekleyen Arap askerleri öldürürlermiş.

Musul’a vardık. Yunus-Nebi camiinde namazdan sonra genç sakallı üniversite öğrencileriyle konuşuyoruz. Bize Türkleri sevdiklerinden, İslam kardeşliğinden, İslam’ın yüceliğinden, bahsediyorlar… Savaşı soruyorum, “Yarayı deşmeyin” dercesine geçiştiriyor. Humeyni’nin inatçı olduğunu söylemekle yetiniyorlar. Yol arkadaşlarım hiçbir konu ile ilgilenmiyor, sadece yatırları araştıyorlar, türbelere gitme hevesindeler.

Sıcak bir havada; suyu yeşilliği görülmeyen topraklarda yolumuza devam ederek Bağdat’a doğru gidiyoruz. Ara sıra Dicle ve onun vesile olduğu hurma bahçeleriyle karşılaşıyoruz. Toprak suya, su toprağa yakın amma bir türlü birbirine kavuşamıyorlar. Gördüğümüz bu idi. Ancak umduğumuz bu değil idi. Umardık ki bu koca nehire komşu olan toprak, nehirin suyundan komşu payını alsındı, nasipsiz kalmasındı.

Sıcak bir havada; suyu yeşilliği görülmeyen topraklarda yolumuza devam ye’ye vardık. Minaresi olduğu için camii sanılır. İçeri girilince camiden ziyade türbe durumunda olduğu anlaşılır. Çünkü binanın merkezinde büyük türbe vardır. Bu türbe 12 imam dediklerinden Musa Kazım’a ait. Tavanı hep kristal, ışıl ışıl yanıyor. Muhtelif yerlerinde Saddam Hüseyin’in portreleri asılı Mezhep büyüklerinin ki de. Saddam Hüseyin namaz kılarken, dua ederken veya türbeyi ziyaret ederken görülüyor. İbadet diye bu türbenin etrafında habire dönenler, taşını kafesini ağlayarak öpenleri kafeslere yapışıp Hz. İmam’a dehalet edenler, dilekte bulunanlar var. Namaz kılmaya pek elverişli yeri yok gibidir. Bu çok ihtişamlı abidenin hemen yanı başında İmam Ebu Yusuf’un camii ve türbesi gayet mütevazı.

Azamiye’te gittik. Hz. Ebu Hanife(ra) a atfedilen türbe, büyük camiin bitişiğindedir. Yol arkadaşlarımız Geylani’ye ait kabri ziyarete minibüslerle gittiler. Azamiye camiinde Türklere hitap eden bir konuşma tekrarlanmakta idi. Önce şu anlamdaki ayet okunmakta idi :

“ Eğer mü’minlerden iki topluluk birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz. Eğer biri diğerine saldırırsa (saldırmaya devam eder, barışı kabul etmezse) saldırganla Allah’ın emrine gelinceye kadar savaşınız. Eğer dönerlerse, aralarını adaletle düzeltiniz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever” (hucurat:9).

Bu Ayet-i Kerime okunduktan sonra meali okunurdu. Mealinden sonra şu konuşmalar tekrarlanırdı : “Muhterem Türk Hacıları! Başkanımız Saddam Hüseyin başından beri İran’la aramızdaki ihtilafı çözümlemek için müzakere istemektedir. Barışa daima karşı çıkmıştır. Ayeti Kerimede beyan buyurulduğu gibi İran saldırgandır, barış girişimlerini her zaman reddetmiştir. Irak savaştan önce de, sonra da barış yolunu tercih etmiştir. Fakat onlar daima bizi reddetmişlerdir.”

Karşı tarafı suçluyorlardı amma savaş ateşinin tutuşturucusunun kim olduğunu yad etmek istemedikleri anlaşılıyordu.

Bazı taşımacıların bize anlattıklarının hilafına biz Irak’ta gerek resmi gerek sivil halktan hep iyi alaka ve nezaket gördük. Sınırda çok kolaylık gösterildi.

Yol boyunca sık sık Saddam’ın büyük boy portrelerini gördük. Çeşitli sloganlar da yazılı. Meğer bir hafta öncesi Saddam’ın doğum yıldönümü imiş. Yazılan sloganlar da mübalağa ilk bakışta göze çarpmakta. Mübalağaya bakın: İran’a karşı sürdürülen savaşa “Kadisiyet’ü Saddam” diyorlar. Bu faydasız ve anlamsız görülen savaşa “Kadisiye” gibi bir yakıştırma ne kadar mübalağa… Birkaç slogan : “Saddam’ın Kadisiyesi, ilk Arap kahramanlığının yeniden canlanmasıdır… Saddam. Bütün vatan senin evin, bütün millet senin ailen… Şehitlerimiz en bahtlılarımızdır…”

Kerbela’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Kerbela yakınında dışarıdan camii gibi görülen bir bina gördük, ikindi namazımızı kılalım, dedik. Vardık camiye benzer durumu yok. Orta yerde kocaman türbe. Ehl-i Beyt’ten İmam Avn’a atfedilen türbenin çevresinde ağlaşanlar, kafeslere yüz sürenler, ötede beride uzanıp yatanlar, sofra kurup yemek yiyenler… Mecburen dışarıda yol kenarında cemaatle namazımızı kıldık.

Akam namazına yakın Kerbela’ya vardık. Perşembe günü idi. Çok kalabalık vardı. Cuma gecesi olduğundan bu kadar kalabalık olduğunu söyleyenler oldu bize. Kolay kolay içeri girilemiyor. Malûm ilavelerle akşam ezanı okundu. Bu kalabalığın katıldığı bir namaz kılınmadı. Türbenin gümüş kafesine yapışıp ağlaşmakta, yalvarmakta olanlar, mollanın okumakta olduğu dualara katılanlar, dilek arz edenler, avlunun muhtelif yerlerinde sofra kurup yemek yiyenler, rastgele yerlerde alışamadığımız tarzda, daha doğrusu bilmediğimiz tarzda namaz kılanlar göze çarpmaktadır. Kerbela’nın büyük ve mazlum Şehidini varıp selamladıktan sonra araya araya avlunun bir kenarında namaz kılabileceğim bir yer buldum. Büyük abidenin çevresinde daireler vardır. Kapısında polisin beklediği konforlu bir daire göze çarpıyor, sordum, bu dairenin “Seyyid–Kebir” in makamı olduğu söylendi. İçeri girmek istedim, polis mani oldu, kendisi içeri girip gerekli müsaadeyi aldıktan sonra, “sizi kabul ediyor” dedi. İçeri girip selam verdim, beni ayakta ve iltifatla karşıladı, birkaç kişinin arasında oturan uzun boylu, abalı, sakalsız, zarifçe bir adam. Başında uzun siyah fes, ince ve yeşil bir sarık var. Kısa bir tanışma bitmeden çay geldi. Çok geçmeden hepsinin iltifat ettikleri biri geldi. Gelen Seyyid – Kebir dediklerine saygılı idi. Bu gelenin vali muavini olduğunu söylediler. Bir nevi hac yeri gibi kabul ettikleri buranın en büyük din adamı olan Seyyid–Kebir bu külliyenin yöneticisi imiş. Kendisine “Kilitdar” denirmiş. Burada yeşil sarıklılara çok rastlanır, bunlara evladı Resul der ve çok iltifat ederlerdi. Gelen ziyaretçi guruplarını yakalar, bunlara delilik ederler, dualar okurlar, sonunda bahşiş alır, başka bir gurup teminine giderler. Bunlarla birkaç yerde sohbetimiz oldu, hatta tartışmamız oldu:

Bir yeşil sarıklı zat, eline yeşil bezden bir top almış, ince şeritler halinde kesiyor, Türk ziyaretçilere koparabildiği bahşiş karşılığında veriyordu. Tabii aldığı paraları cebine tıkıyordu. Ziyaretçilerimizin bir hayli ilgi ve takdirini toplamış olacak ki, başına iyi bir kalabalık toplanmıştı. Bunlardan bir kısmı bir şeride kanaat etmiyor, birkaç tane almak istiyordu. Belli ki bunları memlekete götürecek yakınlarına hediye edecek, belki yapmış olduğu ziyareti bununla kanıtlayacak, belki bir hastasını tedavi işinde bu bezi kullanacak veya hastalığın gelmemesi, uğurun veya bol rızkın gelmesi için bunu kullanacak. Bunlar hep Müslümanlar, İslam’da bu inançların yeri var mıydı?

Yeşil sarıklı zatla bu konuyu müzakere etmek, bilemediğim bir husus varsa onu da öğrenmek isabetli olacaktı. Bildiğim varsa onu da öğretmek gerekli idi. Hiç olmazsa bu zatı düşünmeye sevk etmek iyi olacaktı. Ne var ki bu zat meşguldü. Yeşil şeritleri yığılanlara veriyor, paralarını topluyordu. En geride bana yer düşmüştü. Bekledim, sıra gelince bana da bir şerit uzattı. Şeriti almadan sordum:


- Efendi, önce öğreneyim, bu şeridi ne işte kullanmalı, gayet ensiz kestin, çamaşır olamaz, ne işte kullanayım? Bana hayretle baktı:

- Kardeşim, ne çamaşırdan bahsediyorsun? Bu teberrük, Hz. İmam’dan, Yüce İmam’dan bir teberrük… Sordum:

- Bunun Hz. İmam’la alakası ne ola? Hz. İmam, bunu dokumadı, kesmedi, satmadı, hatta eli bile değmedi. Hz. İmam’dan Allah razı olsun.

- Bilmez misin biz Hz. İmam’ın hadimleriyiz, onun adına kesiyoruz, Hz. İmam’ın bunda bereketi vardır.

- Siz Hz. İmam’a ne hizmet yaptınız. O büyük mücahit burada savaşırken siz kendisine yardım mı ettiniz, evinize misafir mi ettiniz, nasıl bir hizmet ifa ettiniz? Tabii o zaman hayatta olsaydınız belki yapardınız amma ne çare ki o zaman hayatta değildiniz.

- Amma tuhaf konuşuyorsun, yahu biz şu türbenin hadimleriyiz, buranın bütün hizmetini biz ifa ederiz. Biz türbedarız.

- Kusura bakmayın, siz Hz. İmam’a değil, O’nun manevi şahsiyeti ile nefsinize hizmet ediyorsunuz, çünkü halkın ona olan sevgisi ile menfaat temin etmiş oluyorsunuz.

- Yahu arkadaş, biz olmasak bu abide harap olur.

- Hz. İmam’ın bu türbeye ihtiyacı yoktur. O büyük insan şu taşın altında hapis miki? Bizim kanaatimiz, O cennettedir. O halde türbenin O’na değil, size faydası olmuş oluyor. Hz. İmam’ın yüce şahsiyetine bu nakışlı, süslü taşlar hiçbir fayda temin etmez. O’nun bunlara ihtiyacı yok. Hz. Osman’ın kabri üzerinde bina yoktur, şanına bir halel mi gelmiş?

- Sen nasıl Osman’ı Hz. İmam’a kıyas edersin? Sen bunu biliyor musun? Bu, müminlerin göz bebeği, Resulullah’ın torunu…

- Onlar tamam da. Hz. Osman’ı siz bilmiyor musunuz? O da Resulullah’ın damadı, meşru halifesi, büyük mücahit, fedakar, mütteki, yüce Halife.

- Seninle anlaşamayız… Dedi, etrafımıza arkadaşlarımızdan ve Araplardan da birkaç kişi toplanmıştı. Adam, eliyle kapıyı işaret ederek nezaketle kovmak istedi.


Müslümanların bu durumda bulunması umulan değildi. Ne çare ki, umre yolculuğunda asıl umulan Hakk’ın rızası idi ve inşallah bulunan da oydu.

Bahaeddin BİLHAN(*)
Kriter ağustos 84 Cilt:4
(*) E. Mersin Müftümüz
Bahattin BİLHAN(*)
semazen
11.03.2008

Sayın Bilhan, biraz politik davranabilir

Kerbala'da Hz. Osman'dan bahsetmeniz, "kilise duvarı" deyimini hatırlattı. Hiç korkmadınız mı? Ya sizi de intikam sevdasıyla orada katletselerdi

Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.