SEVDAMIZ DAVAMIZDI IV (Şok Tedavisi)

SEVDAMIZ DAVAMIZDI
Metin Önal Mengüşoğlu
IV
ŞOK TEDAVİSİ

“Çekmegil’in metodu çok sertti” sözünü çok işitmişimdir. Onun sertliğine şahitlik de etmişimdir. Ama ben bu şahitliklerimin izini sürdürerek, sertliğe muhatap olan kişinin karakterine dönük bakışlar, tahliller de yapmışımdır. Herkesin hayatında benzer durumlar illa ki vardır. Hani bir hadiseye, azarlamaya, hatta bela ve musibete uğrayan kişi için bazen üzülerek de olsa “müstehaktı” diyesimiz gelmez mi? İşte en azından kendi şahitliklerim için bunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Çekmegil’in sertliğine maruz kalanlar, bunu hem de daha fazlasıyla hak edenlerdi. Büyük, uzun tartışmalar, yığınla
delil ve belge göstermeler, sayısız şahitliklerle desteklemelere rağmen, hala kalın kafalılığını sürdürerek “dediğim dedik” diyen inatçılar karşısında, son çare bir şok tedavisi değil midir? Dışarıdan bakınca bize hunharca görünse de, kimi geri zekâlılara uygulanan tıbbi sert tedavi için, hangimiz ve hangi hakla hekimlere tenkitlerimizi yöneltiyoruz?

Asırlardan beri düşünmemiş bir toplumu yeniden düşünmeye davet eder, düşündürmeye çabalarken, önünüze taassuplarını engel olarak diken kimselere karşı, kaç vakit, halim selim bir üslupla mukabele edebilirsiniz?

İddia sahipleri Hadis-i Kutsi kategorisinde görerek, bizzat Son Allah Resulüne hitaben “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” şeklindeki bir söz naklediyorlardı. Çekmegil derhal sözün kaynağı nedir diye sordu. Evvela muhataplar (Çekmegil’in karşısında hiçbir zaman tek değillerdi, daima birkaç kişiydiler) “Bütün kitaplarda var” dediler. Çekmegil, kaynak olarak hadis kitabı göstermelerini istedi. Bu sefer “bütün hadis kitaplarında var” dediler. “Buhari ve Müslim’in kitaplarında da var mı?” sorusunun cevabı da tahmin edersiniz ki “evet” olmuştu. Üstad üşenmedi, çırağına elindeki işi bıraktırarak, evinden Buhari ve Müslim ciltlerini getirtti. Muhataplar bir süre kalın ciltler arasında dolanıp durdular. Besbelli ki bu kitapları ilk defa ellerine almaktaydılar. Elbet bulamadılar. Lakin iddialarından da vazgeçmediler. Aralarında anlaşmazlık çıktı. Birisi “yoksa bu söz âyet miydi?” çıkışını yaptı. Bir diğeri eldeki bu ciltlerin Türkçe olması bahanesiyle, Arapçalarına müracaat etmek gereğini vurguladı. Çekmegil işte o esnada müthiş celallendi ve “eğer ispat edemezseniz siz hem Allah’a hem de resulüne iftira eden zalimlersiniz” suçlamasını yüzlerine karşı haykırdı. Hadiseden korkunç derecede rahatsız olan muhataplar hiçbir söz söylemeksizin mekânı terk ettiler.

Ertesi gün şehirde erkenden bir şayia dolaşmaya başlamıştı bile: “Çekmegil hem Allah’ı hem peygamberi hem de sünneti inkâr etti.” Yüzüne karşı söyleyemediklerini gıyabında söylüyor, bir türlü baş edemedikleri bu zatı, karalama kampanyası açarak, hınçlarıyla boğmak istiyorlardı. Neyin, kimin intikamını alıyorlardı? Yahut asıl şiddet ve sertlik yanlısı kimdir; üstat mı yoksa muhalifleri mi? Bu yetmezmiş gibi, Çekmegil’i, zaten kendi otoritelerini kırdığı için sevmeyen ve kendisine garezleri bulunan halk hocaları, halk vaazları, hem de mabetlerin kürsülerinden, ismini anmaya asla cesaret etmeksizin “şehirde mezhepsizler, sünnet düşmanları var” yaygarası ile güya dışlamaya çalışıyorlardı.

Bir keresinde bu iftiracı hocalardan bir tanesini Çekmegil’in hiç söylemediği bir sözü söylemiş gibi aktarırken yakaladık ve yüzleştirmek maksadıyla üç beş arkadaş Çekmegil’in yanına getirmek üzere yola koyulduk. Şehrin hem de bir dönem merkez vaazlığını yapan bu zat bir fırsatını kollayıp elimizden kurtuldu, kaçtı ve kendi muhiplerinden birisinin dükkânına sığınarak yüzleşmekten kurtuldu. Maalesef göz göre göre yalan söylemekteydi ve bizim buna mani olmak maksadıyla, yüzleştirmekten başka bir çaremiz yoktu; lakin başaramadık.

Ben ömrümde, yakınında bulunduğum yıllar içerisinde, onun bir tek gün kendisi için, bir alış veriş münasebetiyle, ailesi yahut başka herhangi bir hususiyetine dair hiddetlendiğine, sertleştiğine şahit olmadım. Ancak Allah uğruna, İslâm, Kitap ve Resuller uğruna yapılan yanlışlıklara, haksızlıklara ve iftiralara karşı her zaman haklı bir biçimde sertti, yanlışını, hatasını düzeltmemekte ısrar edenleri bağışlamazdı. Açıkçası Allah’ın bağışlamadığını bağışlama yetkimiz olmadığını öğütlerdi.

Terzi dükkânında bir gece fikir sohbetindeyiz. Sohbet bütün tadı ve verimliliğiyle devam ediyor. Hem bilgileniyor hem bileniyor hem haz alıyoruz. Normal olmayan bir şekilde dükkân telefonu sık sık çalıyor. Her seferinde kalfa ve damatlarından birisi Alaattin veya Erdem ağabeyler telefonu kaldırıyor, karşı taraftan endişe verici haberler aldıklarını yüz hatlarından ortama yansıtıyorlar. Bir konuşmacının sözü bittikten sonra, oturum yöneticisinden usul hakkında izin alan damatlardan birisi, Said ağabeyin kulağına hadiseyi fısıldıyor. Said ağabey duygularını hiç ama hiç dışa vurmadan, oturum yöneticisine devam edebileceğimizi, kendisi açısından oturumu terk edecek bir durumun söz konusu olmadığını bildiriyor. Oturum daha birkaç saat bütün şiddeti ve tadı ile sürüyor. Vakit gece yarılarını geçiyor, dağılıyoruz.

Ağabeyimizin o gece rahatsızlanan annesi vefat etmiştir. Bunu bizler, ancak ertesi gün öğreniyoruz.

Bir hocamızın evinde mutat sohbet devam etmektedir. Bir ara, dükkân yerine sohbeti evlerde yaparsak, evlerdekiler de hisselerini alırlar düşüncesi ağır basmıştı. Galiba resmi dernek statüsü olmaksızın, bir esnaf dükkânında toplanmak, dikkat çekmeye de başlamış, buluşmalarımız polis tarafından takibe de alınmıştı. O yıllar, devlet, ne hikmetse her türlü toplantıdan ürkmekteydi. Her neyse, hocamızın sohbete açtığı ev, küçük bir oda bir salondan ibaretti. Biz erkekler salonda sohbette idik, herhalde hanımlar da yan odadaydılar. Bizim sohbetlerimiz çok cerbezeli, çok sesli, çok tartışmalı geçerdi. Bizi dışarıdan izleyenler, “az kaldı bunlar neredeyse şimdi kalkar birbirini vururlar” diye düşünebilirlerdi. Oysa biz tam da bu hatıra gelen sinir harbinin, neredeyse egzersizini yapıyorduk. Elbet seslerimiz yan odalardan hatta çoğu kez evin dışarısında sokaktan da duyulurdu. Hatta bir seferinde mahallelinin şikâyeti üzerine, sohbet evimizi polis bile basmıştı; gürültü etmekten, etrafa rahatsızlık vermekten hakkımızda şikâyet vuku bulması, sohbetlerimizin dozunu en iyi anlatan bir hatıra olsa gerektir.

Hocamızın evindeki sohbetin sonunda ne mi oldu, sahiden merak edenler için şunu söyleyebilirim: Hocamızın hamile olan eşi, meğer yan odada bir ebenin marifetiyle yeni çocuğunu, tam da o gece dünyaya getirmişti. Evlerdeki sohbet sırasının, böyle bir tarihe denk düşmesini sebep göstererek, sohbetin başka bir eve alınmasını istemeğe gönlü razı olmayan hocamız, önceden ebeyi çağırmış, hazırlıklarını yapmış, bu hadisenin bizim sohbetimize engel teşkil etmeyeceğini düşünerek ertelememişti. Yahut bir sıra değişimi teklif etmemişti. Çünkü bu sohbetler neredeyse sıfırdan, yeni bir toplum inşa etme çabasıydı. Memlekette ise buna benzer aktiviteler hemen hiç yoktu. Böylesine bereketli bir meşguliyetin bir an, bir gün ertelenmesi veya sekteye uğraması, buna sebebiyet verenin vebal altında kalması sonucunu doğurabilirdi. Böyle düşünülüyordu, böyle önemseniyordu.

Ne oldu, sohbet bitip çaylar gelmekte gecikince, öteki odadan hiçbir ses duymamış olmamıza rağmen yeni bir yeğenimizin dünyaya geldiği müjdesini işte o esnada almış, çok şaşırmış ama daha ziyade her birimiz, bir diğerine göstermekten sakınarak mutluluk gözyaşları dökmekten geri durmamıştık.

Metin Önal Mengüşoğlu
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.