SEVDAMIZ DAVAMIZDI VII (TEREKE Mİ TİRYAK MI)
SEVDAMIZ DAVAMIZDI
Metin Önal Mengüşoğlu
VII
TEREKE Mİ TİRYAK MI
M. Said Çekmegil benim için bir üstat, bir ağabey, bir yol göstericiydi. Ailemle aramın açılmasına sebebiyet veren şeyler öğreniyordum ondan. Çünkü benim ailemden aldığım bir din terbiyesi ve ahlak vardı zaten. Babamın, Siirt’in galiba Tillo kasabasında ikamet eden, aslen Arap kökenli bir şeyhi vardı. Çoğu kere babam onu ziyarete gider, laf aramızda bir hayli hediye götürürdü. Malatya’nın en iyi kayısılarından falan. Bazen de o zat bizi ziyarete gelirdi. Evimiz bir şölen/ tören meclisine dönerdi. Daha ziyade köylü kılıklı bir yığın mürit, babamın zaten eski bir tekkeden bozma olan geniş odasına dolardı. Doğru düzgün Türkçe konuşamayan şeyh efendi ile (adı Alaeddin idi)
VII
TEREKE Mİ TİRYAK MI
M. Said Çekmegil benim için bir üstat, bir ağabey, bir yol göstericiydi. Ailemle aramın açılmasına sebebiyet veren şeyler öğreniyordum ondan. Çünkü benim ailemden aldığım bir din terbiyesi ve ahlak vardı zaten. Babamın, Siirt’in galiba Tillo kasabasında ikamet eden, aslen Arap kökenli bir şeyhi vardı. Çoğu kere babam onu ziyarete gider, laf aramızda bir hayli hediye götürürdü. Malatya’nın en iyi kayısılarından falan. Bazen de o zat bizi ziyarete gelirdi. Evimiz bir şölen/ tören meclisine dönerdi. Daha ziyade köylü kılıklı bir yığın mürit, babamın zaten eski bir tekkeden bozma olan geniş odasına dolardı. Doğru düzgün Türkçe konuşamayan şeyh efendi ile (adı Alaeddin idi)
Kürtçe konuşulurdu. Sabahlara kadar onlara hizmet ederdik. Çay, yemek, meyve aklınıza ne gelirse. Babam eğer şeyh bizde misafir ise, sofradan kuş sütünü bile eksik etmezdi. Şeyh efendi zaten bilmediği dilimizi pek konuşmaz, daha çok namaz kılar ve sürekli adına zikir dedikleri bir takım ritüelleri yerine getirirlerdi: “Hey ya hey, hu hu hu” gibi sözler söylerlerdi. Mesela hatırımda kalan bir ifade şöyleydi: “Dahilek ya Hüsamettin!” O zamanlar manasını bilmediğim bu ifade, babamın odasındaki duvarda asılı bir tabloda da aynen yazılıydı. Hüsamettin meğer babamın şeyhinin de şeyhi imiş. Sonradan öğrendiğime göre “Yetiş ya Hüsamettin, yardım et ey Hüsamettin” gibi bir manası varmış o sözün. Bizimkilerin inancına göre, bir mürit, iradesini babamın şeyhi gibi bir efendiye bağlarsa eğer, artık ona karada ölüm yok demekmiş. Zira bu gibi şeyhlerin Allah yanında hususi bir yeri olurmuş. Yani sizin anlayacağınız ve açıkçası onların Allah’a nazı geçermiş. Bu yetkiyle müritlerine şefaat ederek, ahrette Allah huzurunda bir takım günahlarını affettirme kudretleri varmış. Böyle söyler, bunları konuşur, laf aramızda sabahlara kadar babamın odasını ter kokuturlardı.
Benim Malatya Fikir Kulübünde daha çok Çekmegil’in anlattıklarından, öğrettiklerinden devşirdiğim yeni bilgi, bilinç ve anlayışım, çok kısa bir süre zarfında artık babamınkiyle göğüs göğse çarpışmaya başladı. Babam, şeyh efendinin halifesi sıfatını taşıyordu. Bu sebepten Şeyh efendinin bulunmadığı zamanlarda, en az haftada bir kez, adına zikir denilen seanslar bizzat bizim evimizde yapılırdı. O tarihlerde evden dışarıya taşan seslerden ötürü, evimiz sıkça polis tarafından gözetime alınırdı. Hülasa benim iç dünyamdaki çatışma artık dışa da taşmaya başlamış, hatta kısmen annemi, çoğunlukla kardeşlerimi de etkiler olmuştu. Artık biz, babam gibi düşünmüyor, onlar gibi inanmıyorduk. Eve gelen misafirlere her ne kadar hizmette kusur etmiyorduysak da, işin içine gönlümüzü katamıyorduk. Zaten ben artık evde de değildim. Haftada iki defa fikir sohbetine katılıyor, geri kalan zamanlarda da gecelerimi Sofular Kahvesi’nde, arkadaşlarla sohbet ederek geçiriyordum. Eve gelmemelerim ve babamın fikirlerine karşı duruşumun, aileme göre, elbet tek bir müsebbibi vardı; o da Said Çekmegil idi. Babam da annem de benim, artık onların oğlu olduğumu söylüyor, güya beni aşağılıyorlardı. Üstelik Çekmegil’in zaten şehrin geniş kitleleri arasındaki şöhreti olumsuzdu. Halk partililer onu sevmiyorlardı. Muhafazakârlar ise “eski köye yeni adet” getirmesinden ötürü hasımca davranıyorlardı. Konu komşuya şikâyet ediliyorum, mahallenin imamı tarafından uyarılıyordum. Biz Malatya’da gariptik; güya Çekmegil gibilerin kim olduğunu bilemezdik. Onlar meğer çok tehlikeli(!) insanlarmış v.b.
Fikir kulübü çalışmaları sürdükçe anlıyordum ki etrafımdaki insanlar, hatta babam ve onun arkadaşları, dini, kendilerine miras kalmış bir mülk gibi algılamaktalar. Yahut ona bir tiryaka bağlanır gibi, yani alıştıkları için bir tiryakilik olarak sıcak bakmaktalar. Oysa din, bize her vakit bir bilinç aşısı yapan, kendimizi sürekli yenilemeyi telkin eden, değişim ve dönüşümlerin iradesini elimize veren bir hayat nizamıydı. O din ki, doğrudan hayatımızın her seviye ve safhası konusunda, bize bir seçme hürriyeti tanıyor, ama kendisi de bir yol gösteriyordu. Biz, hür bir biçimde, yollar arasından, istersek bu yolu yani Hak Din’in yolunu seçebiliyorduk. O, bize miras kalmış bir tereke değildi. Çünkü mülk Allah’ındı ve Allah ona mümin kullarını mirasçı kılacaktı. Bu sebepten ancak hür iradeleriyle seçenler için bu mülk, bu yeryüzünün bütünü mescitti. Bu yol en kısa, en salim, en eriştirici, en kolay, en sahih, insan fıtratına en yatkın ve en kurtarıcı, hayatımız, kavgamız ve davamız idi. Ve mirasyedi toplumun sürdüre geldiği alışkanlıklar, bağımlılıklar, itikatlar ve temayüllerden bir hayli farklı ve yüce bir ruh, bir dinamizm, bir şuur ve bir aksiyon taşıyordu.
Ailem ile aramdaki makas açılıyordu. Kardeşlerim benim istikametimde zihnen ve kalben şekilleniyordu. Ben artık Çekmegil’in oğlu muydum? Öyle ise Selami ağabeyi kıskanabilir miyim?
Latife bir yana, onca zaman (tarih ve saat olarak aslında fazla sayılmaz, tanışmam ile Malatya’dan ayrılmam arasında 6 yıl var; sonraki yıllar ancak türlü vesileler ve yaz tatillerinde görüşebildik) zarfında duygularını belli ettiğine pek rastlamadığım Said ağabeyin, yalnız ve sadece (çok seyrek olmasına rağmen) Selami ağabey Malatya’ya geldiğinde, “bizim Selami mi gelmiş” der ve gözlerinin içi parlardı. Eh belki biz gençler işte o seyrek vakitlerde her halde Selami ağabeyi kıskanmışızdır.
Bizim fikir kulübü tezgâhından (tabir caizse) aldığımız, Çekmegil’den öğrendiğimiz yeni yepyeni bir soluklanma imkânı idi. Lakin asla bir ideoloji asabiyeti değildi. Bir iddiaya bağlılığın sağladığı esaret, köleleşme ve boyun eğme de değildi. Tam aksine yine tabir caizse bir tür kendini kullanabilme, daha doğrusu kendini tanıma ameliyesiydi. Bağlanmaların, burkulmaların, eğilmelerin cüceleştirdiği bir haleti ruhiye edinmedik orada biz. Bazılarının zannettiği gibi, inançlarımız, kör kabuller üzerinde yükseltilen yapılara hiç mi hiç benzemiyordu. Biz orada Allah’tan başkası önünde eğilmemeyi, dik durmayı öğrendik. İnsanı iki ayağı üzerinde duran, kerametli bir varlık olarak tanıdık. O insan ki beslenmek ve hayatiyetini sürdürmek maksadıyla, besinlerin bulunduğu mıntıkalara, tıpkı hayvanlar gibi ağzını götürmez, beslendiği kaynağa doğru eğilmez, besinleri elleriyle tutarak, onları kopartarak, onlara egemen olarak ağzına ve önüne getirir. Bunun için sadece ve her vakit ellerini kullanırdı. O insan ki elleri ile ve kaba gücünü kullanarak ürettiklerine alelade şeyler gözüyle bakardı. O insan ki ellerini ve zihnini birlikte kullanarak ortaya koyduğu şeylerde bir seçkinlik bulunurdu. Elleri, zihni ve kalbini müştereken kullanarak o insan yaratıcı bir kimlik sahibi bile olabilirdi.
Asırların biriktirdiği ve birçok Müslümanın zihnini kirleten, dünyaya boş verdiğini söyleyen, bir lokma bir hırkaya rıza gösteren, yaratılanı sırf Yaratandan ötürü hep hoş gören meskenet ve zillet telakkisi, bizim gözümüzde kelime anlamı ile “alçak” gönüllülüktü. Allah’ın “en güzel bir surette/ kıvamda” yarattığını söylediği insan tekini, böylesine alçaltan bir bakış açısı bizce artık gayrı İslâmi idi.
Akıllığın yerine aşkı veya gönlü yerleştiren düalist mantık bize uzaktı. Biz Allah Kitabından kalbimizin akletme faaliyetine yüklediği anlam ve değeri öğrenmiştik. Aklı hor gören bir anlayışsızlığın İslâm ile bağı kopmuştur. Çekmegil’in en ziyade zikrettiği âyetlerden birisi mealen şu idi: “Allah, aklını güzel çalıştırmayanları pislik içerisinde bırakır.” (yunus:100)
iletişimden geldi...
üye olamadığı için sitemize Metin bey kardeşimizin yazısı ile ilgili olarak iletişimdin gönderilen bir yorumu ısrarlı rica üzerine aşağıya dercediyorum. Müşahit rumuzu ile yazan ama belliki muhiti tanıyan sayın okurumuzDiyor ki: "Sait Abi, Geçen yüzyılın en değerli Müslüman düşünürlerinden biriydi. Hayatı, okumak, düşünmek, fikir üretmek ve yoğun bir mücadele içinde geçti. O sadece tasavvufla ilgilenen, bazı çevrelerde kaynaklanan hurafelerle mücadele etmedi. Onun yaşadığı mahalde tasavvufu İslam diye bilenler vardı; sadece onları ikaz ediyordu. Ancak mücadelesi bundan ibaret değildi. Böyle olmadığı yayınladığı eserlerinden de anlaşılır. Eserlerinden bazılarının isimleri şöyle:Sünnet-i Seniyye, Münevver Anlayışımız,,Milliyet Anlayışımız,Tetkiklerde Metod, Bilginin Gücü, Siyaset Anlayışımız,Diyalektik, Çağdışı vs bunlar ve saymadığım bir çok eseri tasvvufi konuların dışındadır. O kendine özgü çeşitli konularda eser vermiş değerli münevver insandı. Tasvvuf konusu Türkiye'de eski önemini yitirmiştir. Ancak okunduğunda görecektir ki Sait Abi'nin eserleri Müslümanlar için her zaman aydınlatıcı bir fener olarak varlığını sürdürecektir."
Babamın gözlerindeki o şefkat ışıltılarını, hasta olduğu dönemlerde bizi bile fazla tanımazken Metin abinin onu ziyarete geldiğinde görmüştük. Hatta özellikle muhabbetle bahsederdi kadim dost, vefakar kardeşimiz diye.. Biz mi kıskanmalıydık acep. Selam ve dua ile..