SEVDAMIZ DAVAMIZDI-VIII-(İSLÂMIN ESPRİSİNİ KAZANMAK)
SEVDAMIZ DAVAMIZDIMetin Önal Mengüşoğlu
VIII
İSLÂMIN ESPRİSİNİ KAZANMAK
Sahici bir münevver nasıl olur? Herhalde uluorta yargılardan kaçınmakla başlar
münevverlik. Hayatında malayaniye yer vermemekle belki de. Sahici münevver bilgi sahibi olmadan fikir sahipliğine soyunmaz. Hasımlarının bile eğer bir değeri varsa o değere “var” demeyi bilmek de bir başka vasfıdır münevverin; tıpkı Mehmed Akif gibi. Bir yazısında Necip Fazıl, Cemil Meriç için “sahici münevver” sıfatını kullanmıştı. Çekmegil bundan hayli rahatsız oldu ve Cemil Meriç’in yeni yayınlanmış Bu Ülke adlı eserinden bir takım zihin karışıklıklarını bize gösterdi. Cemil Meriç’in bu sıfatı hak etmediğini söyledi. Aklımda kaldığı kadarıyla Cemil Meriç şöyle bir şeyler yazmıştı: “havarilerini dahi kurtaramayan İsa’nın yeri cennet değil tımarhanedir” diye. Aklı sıra Müslümanlara şirin gözükmeye çabalayan Meriç, güya aynı zamanda da Hıristiyanları eleştiriyordu.

Çekmegil’in müthiş bir pratik zekâsı vardı. Çözümlerinde, yorumlarında ve tahlillerinde çok kere tam isabet sağlıyordu. Elbet yanıldığı da olmuştur. Ancak onun bir değerlendirme kıstası vardı ki ona doğrusu hayrandım. Şöhreti ayyuka çıkmış, üstelik insanları yazı ve konuşmalarıyla arkalarından sürükleyen bir takım kanaat önderleri hakkında, sui zan veya dedikoduya düşmeksizin öyle isabetli ve yönlendirici, uyarıcı değerlendirmeler yapardı ki şaşırırdınız. Mesela herkesin çok itibar ettiği, alanında eserler vermiş ve hatta Müslüman âlim gibi sıfatlarla tanınan bazı kimseler hakkında “o, İslâm’ın esprisini bilmiyor” diye bir değerlendirme yapardı. Hemen arkasından o kişinin ya bir eserinden, yahut bir yazı veya şiirinden delil getirirdi. O delile bakarak siz de kendisine ossaat hak verirdiniz. İslâm hakkında yığınla malumat sahibi olmakla, İslâm’ın esprisine vukûfiyeti birbirine karıştırmamak gerektiğini anlardınız. İslâm âlimi sıfatıyla anılan bir kimsenin yapmaması gereken bir takım galiz bilgi ve fikir yanlışları, onun sözü edilen espriyi anlamadığını gösterirdi. Söz gelimi “din-iman işi akılla olmaz” diyen kişi her kimse, o asla bu espriyi kavramamış demektir. Yine sünnet ile hadisi birbirine karıştıran, tevhid ile şirki, helal ile haramı, farz ile nafileyi eş değerde gören yahut birbirine karıştıran kişi de aynı hataya düşmekteydi. Yani nafile bir ibadetin terk edilemeyeceğini savunmak, işte size bir âlimin yapmaması gereken ciddi bir hata. Haramları yalnız Allah belirlerken, başkalarının, mesela resullerin de kendiliklerinden haram koyma yetkisi bulunduğunu savunmak da öyle. Hele Allah ve resulünü konuştururken kaynakları zikretmeden anlatanlar, gerçekten İslâm’ın esprisini anlayamamış olanlardı. Çünkü Hak Din hakkında konuşan, Allah’ı veya elçisini konuşturan birisi, delil veremediği zaman, Allah ve elçisine iftira etmiş olma konumuna düşebilir. Allah ve elçisinin demediğini dedirtenden daha zalim kim olabilirdi?
Çekmegil bir kişi için kolayca âlim demezdi. Kendisi içinse daima münasip gördüğü sıfat “talebe” idi. Kendisine Âlim, hoca, hacı, üstat dedirtmezdi. “Ben talebeyim” demekten müthiş haz duyardı ve bunu sahici bir samimiyetle yapardı. Aynı metodu başkalarına da uygulardı. Kime âlim, kime mütefekkir diyeceğini özenle seçerdi. Müslümanlar arasında yaşayan ama kulluk hayatına pek fazla özen göstermeyen, lakin Müslüman kimliğinden ve muhitinden de hiç ayrılmayan kimileri için harika bir adlandırması vardı: “İslâm’ı seviyor” derdi. Bununla etrafındakilere de çok önemli bir mesaj verirdi; bunu özellikle yapardı. Artık hiç birimiz o kişi için “iyi bir Mümin” yahut buna benzer ulu orta bir sıfat yakıştırmazdık. Hurafeci çevrelerin kanaat önderlerini kıyasıya eleştirdiği zamanlarda bile, onlara “kardeşimiz” demeyi ihmal etmezdi. Hiçbir zaman onun tekfirci bir mantığı olmadı. Ancak bol keseden iltifatlar yağdırma âdeti de yoktu. Kişiyi sahici kimliği ile anmayı, ne ise o olarak görmeyi, göstermeyi çok severdi; ayrıca bunu nasıl da başarırdı, şaşardınız. Fikir Yayınları sahibi merhum Nihat Armağan’ı tanıdığımı ve sevdiğimi söylemiştim. Nihat Armağan için daha birkaç değerlendirme ifadesi kullanmaya kalkışamadan o, lafı adeta ağzıma tıkayarak muhteşem yargısını ortaya koymuştu. Onun için “riyasız bir Müslüman” deyip çıktı. Hayretler içerisinde kalmıştım. Gerçi Nihat beyi kendisi de tanıyordu. Yalnız onun tanıması üç beş görüşmeden öteye gitmezken, ben fakülte yıllarımda, Fikir Yayınlarına neredeyse gün aşırı uğrardım. Ve Nihat Armağan’la çok sık bir araya gelirdik. Ama doğrusu ben böylesine münasip, böylesine şık bir yakıştırmayı asla yapamazdım.
Salt bilgilenmek için bilgilenmek, sürekli lüzumlu lüzumsuz bilgi depolamak, bilgiçlik taslamak ona göre değildi. Bilgilenmek elbette gerekliydi. Lakin edinilen bilgilerle bilinçlenmek, bilgileri hayati fonksiyonlarıyla yaşanır kılmak, asıl tercih edilmesi gereken davranış biçimiydi. Sindirilmemiş bilgilerin kişinin sırtında bir yük olduğunu söylerdi. Bütün bilgilerin de öznel bir muhakeme ve müfekkire süzgecinden geçmesinden yanaydı. Tıpkı eskilerin “müftü fetvayı verse de sen yine kalbine sor” ihtarına uyarak. Zaten bize sürekli bilgi aktaran bir metodu yoktu. Fikir kulübünün maksat ve gayesinin de “doğru düşünmenin metotlarını öğrenmek” olduğu yeniden hatırlanırsa demek istediğim daha doğru anlaşılır. Zira biz, dediğim gibi, fikir kulübünde bazen öyle sıradan, öyle işe yaramaz sanılan mevzular konuşurduk ki, işte o zaman, asıl işimize hayat boyu yarayacak olan konuşma ve düşünmeyi öğrendiğimizi anlardık. Doğru düşünmesini öğrenen insanın yolu elbette daha aydınlık olmaktaydı.
Onun bulunduğu meclislerde en fazla rahatsız olanlar, zamanı boşa harcayan yahut malayani, boş uğraşlarla vakit öldüren, düşünmeyi kendisi için bir zahmet telakki edenlerdi. Onun bazı tutumlarını, hayat hikâyesini okuduğum Cemalettin Afgani’ye çok benzetirim. Malumdur ki Kur’an-ı Kerim İnşirah Suresinde “boş kaldın mı hemen yorul” buyurur. Bize sıkça bunu hatırlatır ve iki kişi bir araya geldiğimizde derhal bir mevzu hakkında fikir jimnastiğine başlatırdı. Hele buluşan kişiler ikiden ziyade ise orada derhal bir fikir kulübü açılır ve konuşmalar, tartışmalar, teatiler saatlerce sürerdi. Bunların bitmesi için illa ki ya yeni bir namazın vakti girmeli yahut bizzat üstadın bizi terk etmesini gerektirecek son derece ciddi bir iş veya meşguliyeti çıkmalıydı. Yoksa elinden kurtulamazdınız. Onunla bu konuyu konuşmak, tartışmak mecburiyetinde bırakırdı adeta. Elbette bu tür tartışmaları sevenler ve vakti olanlar için emsalsiz imkânlar hazırlardı bu ortam. Sanki eğer onunla beraber iseniz düşünmek, düşünen bir insan gibi davranmak zorundaydınız. Düşünmüyorsanız yaşamıyorsunuz demektir. Ayrıca düşünmüyorsanız yandığınızın resmidir. Zira maskara olmanız işten bile değildir. Şimdi düşünün ki karşınızdaki size göre nihayet bir terzidir ve ilk mektep mezunudur. Siz ise Erbakan kabinesinin meşhur Bayındırlık bakanısınız. Hasbel kader yolunuz Malatya’ya düşmüş, kazara veya müşterek tanıdıkların sevki ile fikir kulübüne uğramışsınız. Orada koltuğunuzu öyle doldurarak oturmaktasınız ki etraftan herkesin size saygı göstermesini adeta üst üste attığınız ayaklarınız haykırmaktadır. Nihayet çocuk yaştaki bir genci o geceki oturumun başkanı seçtiler. Sıradan bir konuda fikirleriniz isteniyor. Oturum başladı. Herkes herkesi saygı ile dinlerken siz ikide bir ortadan söze müdahale etmeye kalkıştınız. Oturum başkanı sizi söz almadan konuştuğunuz için sert bir biçimde susturdu. Diyelim onu yuttunuz, ses çıkarmadınız. Söz sırası size geldi. Parlamenter alışkanlığınızla sözü aldınız ve alakasız şeyleri peş peşe ustalıkla sıralarken evvela konu dışına çıkmaktan ötürü başkan tarafından uyarılırsınız. Sözünüzün en ballı yerinde ise vaktinizin dolduğu ikazı yapılır ve susturulursunuz. Bitmedi siz “lahavle” çekerken ikinci turda, oturumdaki bacak kadar çocuklar başlarlar sizin ilk turdaki konuşmalarınızı kıyasıya eleştirmeye. Evet, artık sabrınız taşsın. Ve taşar. Ayağa izinsiz kalkarsınız. Oturmanız emredilir başkan tarafından. Siz sövgü dolu ifadelerinizi ve sizi oraya taşıyan müşterek tanıdığı da yedeğinize alarak güya oturumu protesto edersiniz. Koskoca bakanın bacak kadar çocuklar tarafından eleştirilmesi Allah’tan reva mıdır? Evet, işte o terzinin dükkânında yaşanan böylesine yığınla sahici sahneden bir tanesi. Bilge terzi laikliğe yemin etmiş bir koca bakanı kendisi değil çırakları ile mat etmiştir.
Ne faydası oldu?
Aziz Metin Kardeşim Yazılarını zeevkle okuyorum. Said Agabeyi gerçekten anlatan en güzel yazıları yazıyorsun. Bu sonuncusunda bahsettiğin olayı hatırladım ve yıllar sonra aklıma gelen soruyu yöneltmek istiyorum. Yazında bahsi gecen bakan bu olaydan sonra nasıl davranmıştır? Bu olay onu yaptığından nedamet duymasına sebep olmuş mudur? Bu olayın gerçekleşmesinin ne gibi faydaları olmuştur? Peygamberimizin (SAV) uygulamaları ile uyum halinde midir? Said Agabeyimizin mekanı cennet olsun, Allah senden razı olsun. Ama bu yaklaşımda bana yanlışlıklar var gibi geliyor. Ne dersin? Rabbim bizi doğru yola iletsin. Naci Kırcı
bir takdir...
Bilal Sürgeç kardeşimiz üye olarak giriş yapamadığı için aşağıdaki yorumu iletişimden bize yollamış. İsteği üzerine kaydediyorum. Teşekkürler... Metin Önal Mengüşoğlu ismini ilk kez Sait Abi'den duydum.Sait Abi, Metin Mengüşoğlu'ndan "Vefalı kardeş, Gelecek vaad eden büyük şair" diye bahsederdi. Metin Abi'nin Sait Abi ile ilgili yazdıklarını ilgi ile okuyorum.Sait Abi'nin vefalı kardeşi çok değerli edebiyatçımıza ait bu hatıraların bir an evvel kitaplaşmasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bilal Sürgeç