TASAVVUF TARİKAT... KONUSUNDA

TASAVVUF TARİKAT ... KONUSUNDA SÜLEYMAN ULUDAĞLA...

KAPKINER : İlk sorumuz tasavvufun ne olup olmadığı konusunda olacak. Başta sizin telif ve tercüme eserleriniz olmak üzere, tasavvuf hakkında yazılmış eserlerden edindiğimiz kanaat şu ki: Tasavvufun açık seçik bir tarafı yapılamıyor. Bu durum doğruysa ben şöyle bir öneride bulunmak istiyorum. Tasavvufun ne olmadığı üzerinde durursak yine tasavvufu anlatmış olmaz mıyız? (1) Eğer yanılıyorsak önce sizden Tasavvufun tarifini alalım. Bizim bu kanaatimize katılıyorsanız da Tasavvufun ne olmadığını Tasavvufun içinden hangi ilkeyi çıkarırsak Tasavvuftan söz edemeyeceğimizi bize söyleyebilir misiniz?

Uludağ: Önce İslamiyet nedir… Ne değildir? Şeklinde bir sorunun sorulduğunu kabul eder ve bu soruya cevap verirsek, İslamiyet’in ne olduğunu ortaya korsak, ortaya konulmuş olan İslamiyet içerisinde tasavvufun işgal ettiği yer nedir ne değildir, bunu tayin edebiliriz. Yani tasavvuf hangi ölçüde İslam’da vardır, hangi ölçüde İslam’da yoktur, konusunu izah etmek mümkün bu şekilde. Çünkü daha önce İslamiyet’i kısaca tarif ve izah etmezsek, Tasavvufun bu sistem içerisinde yerini belirtmekte zorluk çekebiliriz. Onun için de tasavvufun dayandığı, bünyesinde yer aldığı inanç sistemi olan İslamiyet’e bakmak gerekiyor. İsterseniz meseleyi bu şekilde ortaya koymuş olun biz de buna göre cevap vermiş olalım. Hz. Peygamber zamanında, Hulefa-i Raşidin zamanında, sahabesi zamanında ve tabiin zamanında Tasavvuf ve tasavvuf nedir diye Müslümanların bir problemi olmamıştır. Orda ki Müslümanlar da tasavvufun ne olduğunu bilmezlerdi. Çünkü Tasavvuf diye bir ayrı hayat tarzı da yok. Yani tarikat yok, Tasavvuf şeyhleri yok, müritler yok. Şeyh-tarikat arasındaki adap yok. Sistem de yok, bunun adı da yok. Sadece İslamiyet vardır; Müslümanlar vardır. İslam Dininin hükümleri vardır. Kur’an vardır, Tasavvuf yoktur derken burada sonradan ortaya konulmuş olan Tasavvuf hareketlerinin, Tasavvuf cereyanının İslamiyet’in tamamen dışında bir hareket olduğunu, tamamen dış kaynaklardan İslamiyet’e girmiş olduğunu söylemek istemiyorum.

Çünkü İslam dininin hükümleri tebliğ edildiği zaman, sadece tasavvuf değil, sonradan değişik adlar altında ilim haline gelen bir takım disiplinler de yoktu. Eğer tasavvuf Hz. Peygamber zamanında yoktu nokta-i nazarından hareket ederek Tasavvufu İslam dışı bir cereyan olarak saymamız gerekirse aynı mantıkla, kelamı da İslam dışı bir hareket olarak görmemiz icap eder. Aynı şekilde geniş ölçüde Fıkhı da böyle görmemiz gerekir. Çünkü Hz. Peygamber zamanında Fıkıh da yok, (2) Fukaha da yok. Ad olarak da yok, bir sistem olarak da yok. Bir grup olarak da yok. O zaman bu mülahazayla Fıkhı da İslam da yok diye reddedersek, kelamı yine bu düşünceyle kabul etmezsek, Tasavvufu bu düşünceyle kabul etmezsek geriye Ayet, sahih hadisler kalıyor. Böbürleri kabul edilmemiş oluyor, bidat sayılıyor. Belki de bazı kişilerin biraz daha ileriye giderek her bidat bir dalalettir, kanaatiyle hareket ederek bu türlü sonradan İslamiyet’te gelişen ilimleri sapıklık sayma durumu da olabilir, mümkün sayılır o mantıkla. Bu sebeple bunların hepsinin reddedilmesi demek İslam’da bir faaliyetin, bir tekamülün, mevcut olmaması manasına da gelir. Halbuki H.z Peygamberin vefatından itibaren Müslümanların bu istikamette bir çalışmaları vardır. Belli sahada kabiliyeti olan, hevesi olan alimler, belli konular üzerinde çalışıyorlar. Mesela Fıkıhla, hukukla ilgili kabiliyete sahip olan, Fukaha olarak temayüz ediyorlar. İtikatla ilgili meselelerle ilgili fikir beyan eden kimseler, kelam adı altında topluyorlar çalışmalarını. (3) İbadetle, zühtle takva ile ve benzeri hususlarla ilgilenen kişiler de başlangıçta züht adı altında faaliyetlerini yürütüyorlar. Sonradan bu faaliyete tasavvuf adı verilmiş oluyor. Ve bu türlü çalışmalar başlangıçtan zamanımıza kadar gelmiş oluyor. Şimdi biz geriye dönüp baktığımız zaman: “evet başta Ayet ve Hadis var. Bunlar iki temel kaynak. Buna dayanıyoruz ama İslamiyet’in geniş, engin ve zengin bir kültür mirası var. Bir ilme katkısı var, ilme hizmeti var” diyoruz. Hangi sahadadır bu? Tarih sahasında, bizzat Hadis sahasında böyledir. Çünkü Hadislerin de bir ilim olarak tedvin edilmesi hadis külliyatının ortaya konulmasına daha sonraki asırlarda rastlıyoruz. Tasavvufun H. 2. asırdan sonra doğmuş olması da onun bir takım unsurlarının Ayet ve Hadislerde mevcut olmadığına delalet etmez. Bunu da şunun için söyledim. Başlangıçta İslamiyet var, Tasavvuf, Tarikat, Şeyh, Mürit diye bir şey yok dedik. Buradan şu neticeye intikal edilmesin : “Madem ki yok madem ki bunlar bidattır hepsi Bidat olduğu için de dalalettir. Yabancı kaynaktan İslamiyet’e girmiştir. Ve İslamiyet’e girince İslamiyet’i bozmuştur, soysuzlaştırmıştır, çığırından çıkarmıştır, İslamiyet’in asli hüviyetini yitirmesine sebep olmuştur”. Böyle denilerek tasavvufla mücadele edilmeli. Çünkü bu haklı bir gerekçe değil. Tam manasıyla haklı olabilmemiz için bunun gereğini yerine getirmemiz gerekir. Böyle hareket etmemiz halinde bütün kültür mirasımızın aleyhinde bulunmamız icap eder. Bütün kültür mirasımızın aleyhinde bulununca da tarih diye bir şey kalmaz, geçmiş diye bir şey kalmaz. – Selef sözüyle ben sadece Müslümanları kastediyorum – Müslüman cedlerimiz, dedelerimiz, 14 asırlık ulema, alim dediğimiz kişiler kalmaz. İlim kalmaz irfan kalmaz, tasfiyeye uğrar. Bunlar tehlikeli bir tasfiyeciliktir. Biz bu türlü hareketlere İslam cemiyetinde rastlıyoruz. Ayet ve hadis esas alınsın deniliyor ve bu şeyler reddediliyor. Bu akıllıca ve mutedil bir tasfiye hareketi değil. Gerçi zaman zaman kitaplarımızda, makalelerimizde, konuşmalarımızda İslam’a dışardan gelen bir takım şeylerin bulunduğunu, İslamiyet’in bunlardan arındırılması gerektiğini biz de söylüyoruz. Bu da bir ölçüde tasfiyecilik manasına gelebilir. Ama biz bahsettiğimiz tarzda tehlikeli bir tasfiyeciliğe hiçbir zaman taraftar olmadık. Kişi orta yolu bulmalı mutlaka. Şimdi konuşmamın tekrar başına gelmek istiyorum. İslamiyet, Akide olarak, inanç olarak Kuran’da, sahih hadislerde ne ise odur. Zamanın ilerlemesiyle İslamiyet’in bilhassa inanç ve ibadet kısmına ilave yapılmaz, yapılmamalıdır. Bu ilaveyi kim yaparsa yapsın doğru bir şey değil. Bunun karşısında olmak lazım. Kim ilave yapmıştır diye sorabilirsiniz. Ben buna çok umumi olarak cevap vereyim. Mesela ibadetler konusunda Fıkıhçılarla Tasavvufçular ilaveler yapmışlar. Tasavvufçular, kendi meşreblerine, ilhamlarına, keşiflerine dayanarak bir takım ilaveler yapmışlardır. Hz. Peygamber zamanında ibadet sayılmayan bazı şeyleri sonradan ibadet saymışlar. Fıkıhçılarda da bu var. Kelamcılar da bilhassa itikadi meselelerde ilaveler yapmışlar. Hz. Peygamber zamanında itikaddan olmayan meseleler sonradan itikada ithal edilmiştir. Bu kadar mücerret kalmasın diye meseleyi ben biraz daha muşahhas hale getiriyim. Mesela başlangıçta kelam Muktezilenin elinde ortaya çıktı. Bir takım inançlar ortaya koymuşlardır ki bu inançlar Hz. Peygamber zamanında mevcut değildi. Bir tanesine örnek vereyim : Kur’an mahluktur diyor Muktezile (4) Kur’an’ın mahluk olduğuna dair Hz. Peygamber ve sahabesi hiçbir şey bilmezdi. Görüyorsunuz ki bir inanç ortaya çıkıyor. Bunun olmaması gerek. Bir fikir olarak belki bu söylenebilir, üzerinde tartışılabilir, ama bir inanç olarak ortaya çıkarmamak lazım. Çünkü inanç Allah’tan ve Peygamberden alınır sadece. Onun üzerinde tasarrufta bulunulmamalı. Hatta mümkünse yorum dahi yapılmamalı kolay kolay… Olduğu gibi almalı. Hele inançların sayısını eksiltme ve inançları çoğaltma veyahut bir takım mantıksız yorumlarla saptırma doğru olmayan şeylerdir, bir tane de Sünnilikten misal vereyim ben size : Ş’ariler ve Matüridiler diyorlar ki: Allah’ın sıfatları Allah’ın zatından ne ayrıdır ne gayrıdır ; buna inanılacaktır. Bu ehli sünnetin bir inancıdır. Bakınız bu inanç ta yoktur Ayet ve hadislerde gelelim sonradan ortaya konulan ibadetlere : Fıkıhda mesela devir, ıskat-ı salat meselesi vardır. İbadetlerle ilgilidir. Adamın kılmadığı namazları, vefat edince malın fidye verilerek düşürülüyor, iskat ediliyor. Bu da sonradan ortaya çıkmıştır : Başka örnek vereyim : Berat gecesi kılınan namazlar. Namaz gecesi diyorlar Anadolu’da. Toplanılıyor, eskiden cemaatle de kılınıyormuş. Şimdi de bazı yerlerde halen kılınıyor. Gerçi bunun aslı olan namaz, ayet ve hadislerde var ama, bu geceye mahsus bu şekilde bir namaz dinde mevcut değildir. Bu da fıkıhçıların ortaya çıkarmış oldukları bir takım şeylerdir. Mutasavvuflara gelince mutasavvuflar da daha ziyade bunlar evrad,, ezkar, ahzab adı altında, bazı zikir meclisleri adı altında icra ediyorlar. Tarikat haline getiriyorlar.

Kapkıner: Birincisi evrad, ikincisi ezkar… Son terim anlaşılmadı hocam?...
Uludağ : Ahzab…

Kapkıner : Hah ! O ne demek oluyor?
Uludağ : Ahzap : hizipler manasında geçen şeyler bunlar. Şimdi Ahzab olarak kullanılıyor. Tarikat ayinler diyorlar. Hepimiz görüyoruz zaman zaman. Mesela, bir Kadiri ayini ile Halveti ayinini düşünelim. Belli gecelerde toplanılıyor. Belli bir takım ilahiler söylenerek zikirlerle ayakta, yerde, oturarak sallanarak, bir merasim icra ediliyor. Dini bir merasim olarak. Ve buna da zikir meclisi deniliyor. Bu Hz. Peygamber zamanında yok. Olmadığına göre bu da sonradan ortaya çıkmış şeydir. Çok umumi şekliyle mevlüd de böyledir. Bunlar bir ibadet anlayışı içerisinde yapılıyor ise böyle bir ibadet İslamiyet’te yok. Zaten mevlüdün ehemmiyetini belirten kişiler de bunun bir bid’at olduğunu inkar etmiyorlar. “ Mevlütten sevap hasıl olmaz ama mevlüt içinde okunan aşırlar var orada. Peygamberimize salavat getiriliyor. Bunlardan sevap hasıl olur” deniliyor. Bunu doğru kabul etsek bile demek ki sevap olsa bile Kur’an’ a ait bir sevaptır. Fakat diğer taraftan Kur’an okumak için, halka ibadet şeklinde görünen bir vesilenin ihdas edilmesi mahzurdan hali bir şey değildir, diye düşünüyorum. Çünkü Kur’an’ ı Kerim’de :

“Bu gün size İslam nimetini tamamladım. Dininizi ikmal ettim. Ve din olarak da size İslamiyet’i seçtim. Seçip size verdiğim dinin adı İslamiyettir” diyor. İkmal ve itmam edilmiş dinde, akide ve ibadet de kamildir. Nakıs değildir demektedir. Kamil olan bir şeye yeni bir şey ilave edilmez. Yeni bir şey ilave edilmesi eksiklik iddiasıdır. Diğer taraftan ve içtimai münasebetleri tanzim eden fıkıh ve hukuk hükümleri Ayet ve Hadislerde kısmen var ama ayet ve hadislerde her devire yetecek kadar bu hükümlerin bulunmadığı da aşikardır. O kadar hüküm Kur’an’ ı Kerim’e zaten girmez. Girse insanların bunu öğrenme imkanı olmaz. Esaslar getirilmiştir. Bu esaslara kıyas edilerek zamanla ihtiyaç duyulan hükümler ictihad yoluyla ortaya konulabilir. Bu, ibadetlere ilave demek değildir. Sistemin kendisini yenilemesi, kendisinin koyduğu prensiplere dayanarak kendisini devam ettirmesi, ileride zuhur edecek olan ihtiyaçlara cevap verilmesi manasına gelen bir şeydir. Bir çok başka sistemlerde olduğu gibi. İslamiyet’te de bu vardır. Hukuk durmamalı, gelişmeli devamlı olarak. Cemiyet yenilendikçe, ilerledikçe, geliştikçe hukuk sistemi de buna bağlı olarak yenilenmeli. Bir ihtiyaca binaen ortaya konan hüküm, ihtiyaç ortadan kalkmışsa kalkmalı. Başka bir meseleyle ilgili bir ihtiyaç ortaya çıkmışsa o ihtiyacın da dini hükmünü tayin etmeli. Böylece kıyamete kadar devam edip gitmeli. Zaten İslam dininin son din oluşunun manası da bu. Bu mekanizma vasıtasıyla kıyamete kadar her türlü ihtiyaca cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir. Ama şu da bir gerçektir ki Müslümanlar İslamiyet’i böyle anlamadılar.

Konuşan : Murat KAPKINER
Kriter, Sayı : 42 Cilt no: 4





(2) Fıkhın; kişinin, lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilme disiplini manasında, Resulullah (a.s.) nın zamanında olmadığını iddia etmek, bizce mümkün değildir. Bkz. Kur’an 9/122 ve Kur2an 7/179 (editör)

(3) İslam tarihinde, kendilerini “kelamcı” diye takdim etmiş bilgin bir zümreye biz rastlamadık (editör)

(4) Tarihte, Kur’an yaratılmıştır iddiasından önce hadisçiler tarafından Kur’an kadimdir iddiasının ortaya atılmış olduğuna dikkat çekeriz(editör)

Murat KAPKINER-Süleyman ULUDAĞ
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.