GLASGOW'LU ADAM (*)

W. Somerset MAUGHAM’dan
GLASGOW'LU ADAM
Çeviren, : M. Selami ÇEKMEGİL
Bayan odamı gösterdiğinde ona, ne yiyebileceğimi sordum.
“Ne istersin” diye cevap verdi.
Bolluk gösterisinin gerçek olmadığını çok iyi biliyordum.
“Neler var?”
“Domuz pastırmalı yumurta yiyebilirsiniz”
Otelin görünüşü zaten bundan daha iyisinin olamayacağını gösteriyordu. Hizmetçi bayan beni, beyaz badanalı, tavanı alçak, içinde ertesi günkü öğlen yemeği için hazırlanmış uzun bir masa olan dar bir odaya götürdü. Sırtı kapıya dönük uzun boylu bir adam oturmuş, mangalın üzerine adeta yumulmuştu. Yuvarlak prinç mangal dolusu közün -yanılgılı olarak- Endülüs’ün ılıman kışında yeterli sıcaklığı sağlayacağı -yanılgılı olarak- düşünülmüştü. Masaya oturdum ve yetersiz yemeğimi bekledim. Oturan adama şöyle bir göz attım. Bana bakıyordu, ama göz göz-göze gelince hemen başını çevirdi. Yumurtamı bekledim ve nihayet bayan yemeği getirince, adam kafasını yine kaldırdı ve;
“Beni, ilk gemi için, vaktinde uyandırmanızı istiyorum” dedi, kadına.
“Si, senior”
AksanıAdamın aksanı, İngilizce’nin ana dili olduğunu gösteriyordu. Gövdesinin genişliği, göze çarpan diğer özellikleri kuzeyli olduğunu düşündürdüdüşündürüyordu. Dayanıklı İskoçlar, İspanya’da İngiliz’lerden daha fazla bulunur. İster Rio Tinto’ya veya Verez’in Bodegaslarına, İster Seville’e veya Cadiz’e gidin işittiğiniz, Tweed’in[2] ötesinde İskoç muhabbetidir. Carmona’nın zeytin tarlalarında, Algeciras ve Bodilla arasındaki trenlerde ve hatta Merida’nın uzak mantar ormanlarında İskoçlara rastlarsınız.
Yemeği bitirdim ve köz dolu mangala doğru gittim. Kış ortasıydı. Ve koydan esen rüzgar kanımı dondurmuştudonduruyordu. Ben sandalyemi yaklaştırırken o adam kendininkini geriye iterek uzaklaştı.
“Gitme” dedim, “iki kişiye yetecek kadar yer var”.
Bir puro yaktım ve ona da bir tane uzattım. İspanya’da, Cebelitarık’tan bir “Havana” hiçbir zaman reddedilmez.
Elini uzatıp, “alsam fena olmaz” dedi.
Onda, Glasgow’un müzikli konuşmasını hemen tanıdım. Fakat bu yabancı pek konuşkan değildi. Bütün konuşma gayretlerim onun tek heceli kelimeleri önünde karşısında boşa çıktı. Sessizlik içinde tüttürdük purolarımızı. Geniş omuzları, biçimsiz kol ve bacakları ile zannettiğimden iri idi. Yüzü güneş yanığı, saçı kısa ve kırlaşmış, ; ağız, burun ve kulaklar büyük ve hantal, cildi çok kırışmıştı. Mavi gözleri solgundu. Devamlı, biri birine karışmış kırlaşan bıyıklarını çekiştiriyordu. Biraz rahatsız edici bulduğum sinirli bir davranıştı, bu... Bana baktığını hissettim. Bakışındaki yoğunluk sıkıcı bir hal aldı. Daha önce olduğu gibi gözlerini indirsin diye yüzüne şöyle bir baktım.Gerçekten bir an için indirdi ama, hemen sonra tekrar kaldırdı. Uzun ve kalın kaşlarının altından beni inceliyordu.
“Cebelitarık’tan yeni mi geldiniz” diye sordu.
“Evet...”
“Ben yarın gidiyorum, evime dönüyorum; çok şükür...”
Son iki kelimeyi öyle vurgulu söyledi ki, tebessüm ettim.
“İspanyayı sevmiyor musun?”
“Hayır, İspanya’ya diyeceğim yok...”
“Burada çok uzun mu kaldınız?”
“Çok uzun, çook...”
Bir nevi soluma vardı konuşmasında. Rasgele sorularımın onda uyandırdığı heyecan şaşırttı beni. Ayağa fırladı ve ileri geri yürüdü. Kafese kapatılmış bir canavar gibi, yolu üzerinde duran sandalyeyi yana itip, ayaklarını vurarak ileri geri dolaştı ve o kelimeleri devamlı tekrar etti. “Çok uzun; çoook..” Sükunetle oturdum. Sıkılmıştım. Rahat görünmek için, közleri üste çıkarmak üzere mangalı karıştırdım. Ansızın durdu. Sanki hareketim, mevcudiyetime dikkatini çekmiş gibi yanımda dikeldi ve sonra bütün ağırlığıyla sandalyesine oturdu.
“Sizce ben tuhaf mıyım?” diye sordu.
Gülümsedim; “çoklarından daha fazla değil.”
“Bende tuhaf bir şey görmüyorsun yani?...”
Söylerken daha iyi görebileyim diye öne doğru eğildi.
“Hayır...”
“Görseydin söylerdin, değil mi?”
“Söylerdim”
Bütün bunların ne manaya geldiğini tam anlayamadım. Sarhoş olup olmadığını merak ettim. İki üç dakika hiçbir şey söylemedi ve sessizliğini bozmak istemedim.
Aniden, “adınız ne?” diye sordu; söyledim.
“Benimki Robert Morrison”
“İskoç?”
“Glasgow; y. Yıllardır bu lanetli ülkedeyim. Biraz tütünün var mı?”
Bir tutam verdim, piposunu doldurdu. Bir köz parçasıyla yaktı.
“Daha fazla kalamam, çok uzun kaldım; çoook”
Tekrar ayağa kalkıp aşağı yukarı yürümek için bir dürtü hissettiyse de, sandalyesine sarılıp buna direndi. Sarf ettiği gayreti yüzünde görüyordum. Huzursuzluğunu kronik alkolizme hamlettim. Sarhoşları sıkıcı bulurum. İlk fırsatta yatağa sıvışmaya karar verdim.
“Şimdiye kadar burada bir zeytinliği yönetmekteydim” diye devam etti. “Burada, Glasgow ve Güney İspanya Zeytinyağı Limited Şirketinde çalışmaktaydım.”
“Haa, evet”
“Biliyor musun, yağı rafine etmek için yeni bir yöntem geliştirdik. Düzgün uygulanınca İspanyol yağının tamamı Lucca kadar güzel oluyor. Daha ucuza satabiliyoruz.”
Kuru, gerçekçi bir iş adamı tarzıyla konuştu. Kelimelerini bir İskoç dikkatliliğiyle seçti. Tam anlamıyla ayık gözüktü.
“Biliyor musun, Eciya, zeytin ticaretinin merkezi sayılır. Orada işe nezaret eden bir İspanyolumuz vardı. Bizi sağdan soldan yolduğunu görünce kovmak zorunda kaldım. Seville’de otururdum. Orası yağ yüklemeye daha elverişli idi. Buna rağmen Eciya’da güvenilir bir adam bulamayacağımı anlayınca geçen yıl kendim oraya gittim. Orayı bilir misin?”
“Hayır”
Firmanın, San Lorenzo köyünün hemen eteğinde, Kasabadan kasabadan iki mil uzakta büyük bir tesisi var. Üzerinde çok hoş ta bir ev mevcut. Bir tepenin üzerinde, tamamen beyaz, çatısında tünemiş bir çift leylek bulunan oldukça hoş görüntülü bir ev. Orada kimse oturmuyordu. Orda oturursam, kasabada kira ödemekten kurtulurum diye düşündüm.
“Biraz ıssız olmalı”
“Öyleydi.”
Robert Morrison bir iki dakika kadar sessizce pürosunu içmeye devam etti. Bana söylediklerinde önemli bir husus olup olmadığını merak ettim. Saatime baktım.
Keskince, “aceleniz mi var?” diye sordu.
“Yoo, geç oluyor da...”
“Eeee, nolmuş yani?”
Konuya dönerek “sanırım çok kimse görmedin” dedim.
“Çok değil; orada bana bakan yaşlı bir adam ve karısı ile kaldım. Ve bazen aşağıya, köye iner, eczacı Fernandez ve bir iki kişiyle Tressilo oynardım. Bazen atış yapar, bazen ata binerdim.
“Bana pek öyle kötü bir hayat gibi gelmiyor.”
“Geçen ilkbahar iki yılımı doldurdum. Tanrım, o Mayıstaki gibi bir sıcağa daha önce hiç rastlamamıştım. Kimse hiçbir iş yapamadı. İşçiler sadece gölgede uzanıp uyudular. Koyunlar öldü, ve bazı hayvanlar kudurdu. Öküzler bile çalışamadı. Etrafta sırtları hep çıkık halde durdular ve solumaya çalıştılar. Lanetli Güneş güneş yeri kavurdu; parıltı dehşetti. Gözlerinizin yerilerinden fırlayacağını hissediyordunuz. Toprak çatlak ve kesekli hale geldi. Ve mahsul kurudu. Zeytinler harap oldu. Kısaca cehennemdi. Kimse doğru dürüst uyuyamıyordu. Bir soluk almak için odadan odaya gittim. Tabii, pencereleri kapalı tuttum ve döşemeleri suladım, ama hiç yararı olmadı. Geceler de gündüz gibi yanıyordu. Adeta fırında yaşıyor gibiydik.
“Nihayet, normal havalarda rutubetli olduğu için hiç kullanılmayan, evin kuzey tarafında alt kattaki bir odada benim için bir yatak yaptırmamın iyi olacağını düşündüm. Her şeye rağmen orada birkaç saat uyuyabileceğim fikri uyandı. Hiç değilse denemeye değerdi. Fakat lanet olsun; o da işe yaramadı. Döndüm durdum. Yatağım öyle sıcaktı ki, dayanamadım. Kalktım. Verandaya açılan kapıları açtım ve dışarı yürüdüm. Muhteşem bir geceydi. Ay, öylesine parlaktı ki, inanın ışığında kitap okuyabilirdiniz. Evin, bir tepenin üzerinde olduğunu söylemiş miydim?.. Balkon duvarından eğilerek zeytin ağaçlarına baktım. Deniz gibiydi. Sanırım evimi düşündüren o oldu. Çam ağaçlarındaki serin esintiyi ve Glasgow’daki yolların hareketliliğini hayalledim. İster inan, ister inanma; koklayabildim onları. Koklayabiliyordum denizi. Tanrım, o havanın bir saati için dünyada sahip olduğum bütün paramı verirdim. Glasgow’da iklimin berbat olduğunu söylerler; inanmayın. Yağmurunu, gri göğünü, o sarı denizini ve dalgalarını seviyorum ben. İspanya’da, zeytin ülkesinin ortasında olduğumu unuttum. Sanki sisli denizde nefes alıyor gibiydim. Ağzımı açtım ve derin bir nefes aldım.
“Ve sonra, aniden bir ses duydum. Bu bir erkek sesiydi. Yüksek değildi, alçak bir sesti. Sessizliğin arasından süzülür gibi geldi. Neyse, neye benzediğini bilmiyorum. Şaşırttı beni. Bu saatte aşağıda zeytinler arasında kim olabilirdi, düşünemedim. Gece yarısını geçmişti. Birinin gülüşüydü bu. Komik türde bir gülüş. Sanırım kıkırdama derdiniz. Tepe yukarı tırmanır gibiydi; kopuk kopuk.”
Morrison, nasıl tasvir edeceğini bilemediği bir heyecanı anlatmak için kullandığı tuhaf kelimeleri nasıl algıladığımı görmek için bana baktı.
“Yani, bir kovadan dökülen çakıllar gibi bu ses de fasılalı olarak yukarı doğru zıp zıp tıkırdıyordu. Eğildim dikkatle baktım. Dolunayda neredeyse gündüz kadar aydınlıktı, ama bir şey gördüysem kör olayım. Ses durdu, ama ben, biri kıpırdarsa diye sesin geldiği yeri gözlemeye devam ettim. Bir dakika sonra yine başladı, ama daha yüksek bir sesle. Ona artık kıkırdama demezdiniz; tam bir kahakaha idi. Gecenin içinde çınladı sanki. Hizmetçileri uyandırmayışına hayret ettim. Sanki bir sarhoşun nara atması gibiydi.
“Kim var orda!..” diye bağırdım.
“Aldığım tek cevap bir kahkaha gürlemesi oldu. Biraz sinirlendiğimi söylemekte bir beis görmüyorum. Aşağıya inip ne olduğunu anlamaya karar verir gibi oldum. Sarhoş bir domuzun, gecenin ortasında, benim yerimdemekânımda, böyle huzuru bozmasına izin vermeyecektim. Sonra ansızın bir feryat... tanrım, sarsıldım. Sonra bağırtılar. Adam kalın ve derin bir sesle gülmüştü, ama bağırtısı boğazı kesilen bir domuzun tiz çığlığı gibiydi.
“Tanrım!..”diye bağırdım.
Duvarın üzerinden atladım ve aşağı, sese doğru koştum. Birinin öldürülmekte olduğunu sandım. Sonra bir sessizlik oldu ve sonra yırtıcı bir çığlık... Ondan sonra soluma ve inleme.. Neye benzediğini söyleyim sana; tıpkı ölüm noktasında olan birinin sesi gibiydi.. Uzun bir inilti oldu ve sonra hiç bir şey; tam bir sessizlik. Oradan oraya koştum, kimseyi bulamadım. Sonunda tepeyi tırmandım ve tekrar odama döndüm.
“O gece ne kadar uyuyabildiğimi tahmin edebilirsiniz. Aydınlanır aydınlanmaz pencereden gürültünün geldiği istitkamette dışarı baktım. Zeytinler arasında, vadi içinde küçük beyaz bir ev görüp şaşırdım. O taraftaki arazi bize ait değildi. Ve ben oradan hiç geçmemiştim. Evin o tarafına hiç gitmemiştim. Bu sebeple o evi de daha önce hiç görmemiştim. Jose’a sordum. Bana, orada, çok önceleri, kardeşi ve hizmetçisi ile bir delinin ikamet etmiş olduğunu söyledi”.
“Oo; mesele buymuş” dedim, “çok zevkli bir komşu değil”
İskoç, çabucak eğildi ve bileğimi yakaladı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözleri dehşetle başından fırlar gibiydi.
“Deli, yirmi yıl önce ölmüş” diye fısıldadı.
Bileğimi bıraktı, tekrar sandalyesinde soluyarak geriye yaslandı.
“Eve indim ve her tarafını dolaştım. Pencereler demirli ve panjurlu, kapı kilitli idi. Vurdum kapıya; kapı kolunu zorladım ve zili çaldım. Zilin zırıltısını duydum ama, kimse gelmedi. İki katlı bir evdi. Yukarıya baktım, panjurlar sıkı sıkıya kapalı idi ve hiç bir yerde bir hayat belirtisi yoktu.
“Peki evin durumu nasıldı?” diye sordum.
“Çürümüş; badanaları dökülmüş, kapılarda ve panjurlarda boya kalmamıştı. Çatının tuğlalarından bazıları yerlere dağılmıştı. Sanki bir fırtına da uçmuşlar gibi görünüyordu.”
“Garip” dedim.
“Arkadaşım eczacı Fernandez’e gittim. O da bana Jose gibi aynı hikayeyi anlattı. Onu hiç kimsenin görmediğini söyledi. Genellikle, az çok komada yarı baygın; fakat zaman zaman keskin cinnet nöbetleri olurmuş. Ve o zamandan beri önce karnı yırtılırcasına güldükten sonra feryatları işitilirmiş. İnsanları korkuturmuş. Kriz nöbetlerinden birinde ölmüş ve bakıcıları hemen evden tüymüşler. O zamandan beri hiç kimse bu evde yaşamayı göze alamamış.
“Ne işitmiş olduğumu Fernandez’e söylemedim. Bana güler diye düşündüm. O geceyi ayakta geçirdim ve gözledim. Ama hiçbirşey olmadı; bir ses çıkmadı. Şafağa kadar bekledim ve yattım.”
“Sonradan da başka hiçbirşey işitmedin mi?”
“Bir ay işitmedim. Kuraklık devam etti ve ben arka tarafta kereste odasında uyumaya devam ettim. Bir gece bana, derin uykuda iken bir şeyler olur gibi oldu. Nasıl tasvir edeceğimi tam bilmiyorum. Sanki biri beni ikaz etmek için dürtmüş gibi tuhaf bir his geldi. Hemen uyandım. Yatağımda uzandım. Sonra, daha önce de olduğu gibi, sanki birisi eski bir nükteye gülüyormuş gibi uzun ve zayıf bir kıkırdama duydum. Aşağıda, uzakta vadiden gelmişti. Ses daha da arttı. Büyük bir kahkaha halini aldı. Yataktan fırladım; pencereye gittim. Bacaklarım titremeye başladı. Orada durmak ve gecenin içinde çınlayan kahkahaları dinlemek dehşet vericiydi. Sonra bir duraksama oldu ve onu takiben acıdan kaynaklanan bir çığlık ve sonra bir hıçkırık sesi. İnsana benzemiyordu. İşkence edilen bir hayvan gibi algılayabilirdiniz, sanıyorum. Çok korktuğumu söylememde beis yok. İstemiş olsaydım dahi kıpırdayamazdım. Bir süre sonra sesler kesildi; ansızın değil, ama azar azar, kaybolup uzaklaşarak... Kulaklarımı tam açtım, fakat bir şey duyamadım, tekrar sürünerek yatağıma döndüm ve yüzümü yatağa gömdüm.
“Fernandez’in, delinin nöbet krizlerinin fasılalarla geldiğini söylemiş olduğunu hatırladım. Geri kalan zamanda oldukça sakindi; kayıtsızdı demişti Fernandez. Cinnet nöbetlerinin düzenli gelip gelmediğini merak ettim. Şahit olduğum iki krizin arasında ne kadar süre geçmiş olduğunu hesap ettim. 28 gündü. Sonuca varmak uzun sürmedi; onun dizginlerini çözen şeyin dolunay olduğu açıktı. Ben sinirli bir kimse değilim. Meselenin kökenine inmeye karar verdim. Takvimde müteakip dolunayın ne zaman olduğuna baktım ve o gece gelince yatmadım. Tabancamı temizleyip doldurdum. Bir fener hazırladım ve beklemek üzere evimin duvarına oturdum. Tam manasıyla sakindim. Gerçeği söylemeliyim ki, korku hissetmediğim için memnundum. Bir parça rüzgar vardı ve çatı etrafında ıslık çalıyordu. Zeytin ağaçlarının üzerinden, sahilde çakıl taşları üzerinde hışırdayan dalgalar gibi hışırdıyordu. Ay, çukurdaki evin beyaz duvarları üzerinde parıldıyordu. Neşeli idim.
“Nihayet küçük bir ses duydum; bildiğim sesti ve neredeyse gülüyordumdüm. Haklıydım; o gün dolunaydı ve kriz nöbeti saat gibi düzenli, gelmişti. Buraya kadar iyi idi. Duvar üzerinden zeytin bahçesine atladım ve eve doğru koştum. Ben yaklaştıkça kıkırdamalar daha da yükseldi. Eve varınca yukarı doğru baktım. Hiçbir yerde ışık yoktu. Kulağımı kapıya dayadım ve dinledim. Delinin kendinden geçercesine güldüğünü işittim. Kapıyı yumrukladım, zile bastım; zil sesi hoşuna gitmiş gözüktüolmalıydı; kahkaha attı. Tekrar kapıya vurdum, gülüşü daha da arttı. Ben daha vurdukça o daha çok güldü. Avazım çıktığı kadar bağırdım.
“Aç şu lanet kapıyı yoksa kıracağım!”
Bir adım geriye çekildim ve bütün gücümle kapının mandalına bir tekme attım ve vücudumun bütün ağırlığıyla kapıya yüklendim. Çatırdadı. Sonra bütün gücümle yine yüklendim. Ve lanet şey parçalanıp açıldı.”
“Tabancamı cebimden çıkardım ve diğer elimle feneri tuttum. Kapı açılınca kahkaha daha da yükselmişti. İçeri girdim; pis bir koku neredeyse beni yere yıkıyordu. Düşünün ki, pencereler yirmi yıl açılmamıştı. Gürültü bir ölüyü diriltmeye yeterdi ama, bir süre nereden geldiğini anlayamadım. Duvarlar sanki sesleri ileri geri yansıtıyordu. Yanımdaki bir kapıyı iterek açtım ve bir odaya geçtim. Boş ve beyazdı ve içinde bir tek mobilya yoktu. Ses daha da yükseldi. Takip ettim, bir diğer odaya girdim. Ama orada da bir şeycik yoktu. Bir kapıyı açtım ve kendimi bir merdivenin dibinde buldum. Deli tepemde gülüyordu. Dikkatlice yukarı çıktım. Herhangi bir risk almıyordum. [HZ1] Basamakların tepesinde bir koridor vardı. Işığımı önde tutarak koridordan yürüdüm. Koridorun sonunda bir odaya vardım, durdum. Oradaydı. Sesle aramızda yalnızca ince bir kapı kalmıştı.
“O sesi duymak korkunçtu. İçim ürperdi. Titremeye başladığım için kendime lanet ettim. O hiç de bir insana benzemiyordu. Tanrım, neredeyse tabana kuvvet kaçacaktım. Kendimi kalmaya zorlamak için dişlerimi sıktım. Fakat kendimde kapı kolunu çevirme cesaretini bulamadım. Sonra kahkaha bitti; sanki bıçakla birden kesildi derdiniz. Ve sonra bir ağrı ızdırap iniltisi duydum. Bu sesi daha önce işitmemiştim; evime ulaşamayacak kadar hafif bir iniltiydi. Ve ardından bir soluma:
‘“Ay!..”; Adamın İspanyolca konuştuğunu duydum. “Öldürüyorsun beni! Çek onu çek!.. Tanrım yardım et bana”
Feryat ediyordu. Vahşiler ona işkence ediyorlardı. Savurarak kapıyı açtım ve içeri daldım. Rüzgarı Kapının rüzgarı Jaluzilerden jaluzilerden birini geriye itti ve Ay ay içeride öylesine parladı ki, fenerim sönük kaldı. Zavallı adamın iniltilerini kulaklarımda sizin konuşmanız kadar net ve yakın duydum. Korkunçtu; inliyor, hıçkırıyordu. Dehşetli solumalardı. Kimse buna dayanamazdı. Ölüm noktasındaydı. Onun çatlak, tıkanık bağırtıları tam kulaklarımdaydı diyorum sana; -ve oda boştu.”
Robert Morrison tekrar sandalyesine gömüldü. Katı dev adam garip bir şekilde bir stüdyodaki sıradan bir figuran görüntüsü almıştı. İtseniz yığın halinde döşemeye düşerdi.
“Sonra?.. “ dedim.
Cebinden çok kirli bir mendil çıkardı ve alnını sildi.
“Artık kuzeydeki o odada uyumak istemediğimi hissettim. Bu sebepten sıcak olsun veya olmasın tekrar kendi konutuma taşındım. Ama, tam dört hafta sonra, sabah iki civarında o delinin kıkırdamasıyla uyandım. Neredeyse yanıbaşımda idi. O zaman sinirimin biraz sarsıldığını söylememde beis görmüyorum. Buna göre müteakip kriz geleceği zaman, yani, müteakip dolunayda, Fernandez’in gelmesini ve geceyi benle geçirmesini sağladım. Ona hiçbir şey söylemedim. Sabah Gece ikiye kadar kart oynayarak uyanık tuttum. Ve işte yine o sesi işittim. Fernandez’e herhangi bir şey duyup duymadığını sordum. “Hayır” dedi. “Birisi gülüyor” dedim; “sen Sen sarhoşsun be adam” dedi ve o da gülmeye başladı. Fazla ileri gitmişti artık.. “Kes sesini aptal!..” dedim. Kahkaha yükseldi de yükseldi. Bağırdım. Ellerimi kulaklarıma kapayarak duymamak istedim, ama, hiç fayda etmedi. Onu işittim, acısının feryadını duydum. Fernandez, deli olduğumu zannetti; ama söylemeye cesaret etmediedemedi. Çünkü onu öldüreceğimi biliyordu[HZ2] . Yatacağını söyledi. Sabahleyin baktım sıvışmış; yatağında uyunmamıştı. Benden ayrıldığı zaman kaçmıştı.
“Ondan sonra Eciya’da duramadım. Oraya bir eleman koydum geri Seville döndüm. Kendimi orada güvende hissettim; ama zaman yaklaşınca korkmaya başladım. Tabii kendime, aptal olma dedim ama, biliyor musun, engelleyemedim. Gerçekte sesin beni izlemiş olmasından korkmuştum. Eğer o sesleri Seville’de de işitirsem bütün hayatım boyunca işitmeye devam edeceğim demekti. Herkes kadar benim de cesaretim var ama, lanet olsun, her şeyin bir sınırı var. Beşer tabiatı bunu çekemezdi. Tamamen delireceğimi anladım. Öyle bir duruma düştüm ki, içmeye başladım. Beklenti korkunçtu. Günleri sayarak uyanık yatardımyatıyordum. Sonunda geleceğini biliyordum. Ve geldi... o sesleri Eciya’dan 60 mil uzakta, Seville’de de duydum.”
Ne diyeceğimi bilmedim; bir süre sessiz kaldım.
“En son ne zaman duymuştun?” diye sordum.
“Dört hafta önce” dedi.
Hemen yüzüne baktım; irkildim.
Yüzü karardı ve öfke ile baktı. Konuşmak için ağzını açtı, sonra konuşamıyormuş gibi durdu. Ses telleri felç olmuş diyebilirdiniz. Garip bir vıraklamayla nihayet bir cevap verdi.
“Evet, öyle...”
Gözlerini bana dikti. Soluk mavi gözleri kızarmıştı. Hayatımda, hiçbir insan yüzünde böylesine dehşet görmemişim. Hemen ayağa kalkıp kapıyı arkasına çarparak odadan yürüyüp gitti.
O gece benim de pek uyuyamadığımı itiraf etmeliyim.
W. Somerset MAUGHAM
Çeviri: M. Selami Çekmegil
(*) Tercümeyi gözden geçirip düzeltmeler yapan Nuri Birtek’ kardeşimize teşekkürler- (mütercim)
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.