'AZZET BİBİ'

AZZET BİBİ
Hatice Selva

Titreyen elleriyle pervaniğinin cebinden tabakasını çıkardı. Kapağını açtı. İnce kıyılmış tütünü, gene titreyen elleriyle incecik sigara kağıdına koyup sıkıca sardı. Kağıdının kenarını diliyle ıslatarak yapıştırdı. Eteğine dökülen tütünleri alıp tabakasına koydu. Benzinle doldurulan çakmağını birkaç kez çakarak sigarasını yaktı.

Dayanıklı görünümlü, saygı uyandıran, vakur bir hanımefendiydi...


Yaşadığı toplumda bir kadında kınanan sigara onda kınanmıyordu. Onunla özdeşleşmişti adeta -sigara ve tabakası onun bir aksesuarıydı.

Üflediği dumana dalan gözleri uzaklara bakarken zihni çok gerilere gitmişti. Çocukluğuna... Çocukluk yıllarına...
Sahi, çocukluğu olmuş muydu?.. Onunla çocukluk, gençlik yan yana getirilemeyen bir kavram. O hep böyle büyük, yaşlı, olgun olmak zorunda idi.. Fi tarihinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. On yaşında annesini kaybettiğinde sigarayı tutuşturmuşlardı parmaklarına, teselli olsun diye. O gün bu gün dumanların arkasında uzlet bulmaya çalışırdı. Çileyi, meşakkati, hüznü hayatı boyunca azık edinmişti. Edinmişti de gene de isyana düşmemişti.
Ticaret için şehir dışına giden babasının yokluğunu fırsat bilen üvey annesi tarafından atmış yaşında bir adamla evlendirilmişti. Hem de itiraz etme hakkına sahip olmadan... Ayıptı çünkü.

Kimdir, nasıldır bilemeden evlendirilmişti. Düğün gecesi bütün misafirler gitmiş, yalnızca yaşlı, sakallı bir amca hala oturuyordu. İçinden, “herkes gitti, bu niye gitmiyor?” diye geçirmişti.

Ocağın yanına oturmuş yaşlı adam ise eli çenesinde “Bu çok genç. Beni bırakıp kaçar mı acaba?” diye düşünmekteydi.

Yaşlı koca, bu endişeyle, aylarca kapıyı üzerinden kilitleyip çıkmıştı evden. Ta ki bir çocukları oluncaya kadar. Artık çocuğunu bırakıp gidemez diye düşünmüştü. Oysa bilmiyordu ki o kaderine çoktan teslim olmuş, pembe hülyalarını sigarasının dumanlarıyla griye boyamış, babasının yüzünü yere baktırmayacak bir yüreğe sahip...

İki kız, bir erkek çocuğu olmuştu. Çocuklarıydı ona hayatı yaşanabilir kılan. Evliliğinden bir kaç yıl sonra yaşlı kocasının gözleri de görmez olmuştu. Bir süre sonra hayata veda edince sorumlulukları büsbütün artmış; hem ana, hem baba rolünü üstlenmişti. Bir zamanlar ona talip olan ve kendisini bekleyen bir sevdalısı bu talebini yinelemişti. Onunla daha güzel olabilirdi hayat. Ama küçük kızı kabullenememişti, paylaşamamıştı annesini... Küçük yavrusunu üzmemek için “hayır” demişti ona.

Her şeyi idare etmedeki mahareti, dürüstlüğü, olgunluğu, otoritesi, çevresinde büyük bir saygı uyandırıyordu. “Yetim anası” koymuşlardı adını. Çocuklarından ayrı dört tane yetimi alıp büyütmüş evlendirmişti. “Ayaklı banka” koymuşlardı adını. Komşuları, paralarını hep ona emanet ederlerdi; ya da sıkıştıklarında ondan yardım isterlerdi. Mahallenin çocuklarının hocasıydı aynı zamanda. Ayrıca mahallenin fahri kadısıydı sanki; Bütün müşküllerinde ona danışırlardı.

Devlet, ellerindeki bütün tarlaları istimlak edip çok cüz’i bir miktar ücret ödeyerek almıştı. Oğlu büyüyünce babasının bu cüz’i mirasıyla iş kuracağım diyerek onu da batırmıştı. Bu biricik oğul da, kısa bir süre sonra, da asker ocağında yakalandığı verem hastalığından kurtulamayıp ölmüştü. Bu defa evlat acısını da katmış halde, gene acılarla sarmaş dolaş kalmıştı. Geriye kalan küçük uğruna, ayakta kalabilmek için çileli yolculuğuna daha bir sarılmıştı...

****************

Canım anneannem... Allah ona rahmet etsin. Ondan hem çok çekinirdim hem de onu çok severdim. Ona gittiğimiz günler çocukluğumun en tatlı anılarıyla dolu...

Bahçeli bir evi vardı. Bahçeye açılan bir odasını kiraya vermişti. Bir ineği vardı, sütünü satardı. Ona her gidişimizde taze peynir, kaymak, tandır ekmeği yedirirdi bize. Varlıklı bir geçmişin sonucu mu, yoksa kişiliğine has bir özellik mi dersiniz, gözü-gönlü toktu.

Kendisi güç bela geçindiği halde gönlü zengindi. Bayramlarda onun elini daha bir iştiyakla öperdik. Çünkü en çok parayı o verirdi bize. Ona her gittiğimde, onlar bahçede otururken ben onun tek odasında kalır, farbalı, çiçekli basma perdelerini, tahta sedirini, rafını düzeltmekten büyük zevk alırdım. Düzeltme adına herşeyin yerini değiştirirdim de, kızmazdı bana. Benden sonra eski yerlerine kordu. Yetmiş beş yaşlarındayken, bir “alfabe” almış; kendi kendine latin harflerini öğrenmeye başlamıştı. Öğrendi de..

Hoşuna giden kitapları iki-üç kez okurdu. Okumanın önemine vakıf olunmamış bir ortamda ve zamanda, gençler bile heves etmezlerken o ihtiyaç hissetmişti.

****************

Bu, bir “Osmanlı kadını”nın gerçek hayat hikayesinin çok cüz’i bir kısmı...

Zihnime şöyle bir soru takılıyor: “Hayatın sıkıntıları mi insanın güçlü bir kimlik kazanmasına neden oluyor; imtihanlar insanların olgunlaşmasını mı sağlıyor?”

Okuduğum bir kitapta “Sorunlar cesaret ve bilgeliğimizi öne çıkarırlar, gerçekte cesaret ve bilgeliği yaratan şey sorunlardır. Sorunlar yüzünden aklen ve ruhen gelişiriz.” diyordu. Bu sözleri okuduğumda anneannemi hatırladım, nedense.

O farklı, sıradışı biriydi; mahallenin “Azzet Bibi”siydi ...

Hatice Selva
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.