BATININ IŞIKLARI

Hamburglu Wolfgang Dircks, on sekiz katlı bir apartmanın bir dairesinde yalnız yaşayan 43 yaşında bir Alman vatandaşı idi. 1993 yılının sonlarında bir akşam evinde televizyon seyrederken öldüğünde, komşularının bundan haberi olmadı. Ertesi gün de kimse fark etmedi Wolfgang'ın öldüğünü.
Ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl da... "Niçin fark etsinler?" de diyebilirsiniz; Wolfgang'ın borçlarını, otomatik ödeme talimatlı banka hesabı gün geçirmeden ödüyordu. Nihayet beş sene sonra banka hesabı suyunu çekince Wolfgang'ı arayan birisi çıktı. Ev sahibi kirayı almak için gelmiş,ancak zile cevap veren olmamıştı. Kapıyı zorla açıp içeri girdiğinde, televizyon karşısında oturmuş Wolfgang'ın iskeletiyle karşılaştı.
Ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl da... "Niçin fark etsinler?" de diyebilirsiniz; Wolfgang'ın borçlarını, otomatik ödeme talimatlı banka hesabı gün geçirmeden ödüyordu. Nihayet beş sene sonra banka hesabı suyunu çekince Wolfgang'ı arayan birisi çıktı. Ev sahibi kirayı almak için gelmiş,ancak zile cevap veren olmamıştı. Kapıyı zorla açıp içeri girdiğinde, televizyon karşısında oturmuş Wolfgang'ın iskeletiyle karşılaştı.
televizyon dergisinin 5 Aralık 1993 tarihli sayfası açık duruyordu.
Odada "canlı" olan tek şey Noel ağacıydı; onun rengârenk lâmbaları hâlâ yanıp
sönmeye devam ediyordu. Wolfgang'ın komşuları da, Noel ağacı gibi, durumdan
habersizdi.
Aradan geçen beş yıl içinde ne kimse Wolfgang'ın kapısını
çalmış, ne ondan bir haber soran çıkmıştı.
Bu taraftan bakıldığında ne kadar ayıplanmaya değer bulunursa
bulunsun,Wolfgang'ın hikâyesi, AB standartları içinde pek de
yadırganacak bir olay sayılmaz. Avrupa gazetelerinde her ay buna benzer birkaç
haber çıkar; ara sıra bu haberler karşısında "Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?"
şeklinde bir iki ses çıksa da pek cılız çıkar; sonra herşey unutulur
gider. Zira Batı uygarlığının değerler sistemi içinde varlık veya
yokluğunuzun fark edilmesi, tümüyle maddî ilişkilerinize ve tüketim çarkı
içinde kaç paralık yer işgal ettiğinize bağlıdır. Eğer itibar gören bir diri ve
arkasından ağlanacak bir ölü olmak istiyorsanız, borçlu
olmak ve borçlu ölmekten başka hiçbir şey bunu size o kadar kesin bir şekilde
garantileyemez. Kimseyle aranızda bir alacak-borç ilişkiniz yoksa, fark
edilmeniz için de bir neden yoktur; banka hesabınız elektrik faturalarını ödemeye devam
ettiği sürece Noel lâmbaları iskeletinizi eğlendirmeye devam edebilir!
Yadırganacak birşey varsa, o da böyle bir uygarlıktan yarar
umanların halidir ki, bugünlerde böylesine özlemlerin pek
sık dile getirildiğine tanık oluyoruz. Gerçi bir tarafta Islâm dünyasının
yoksulluğuna, diğer tarafta Batı uygarlığının ışıl ışıl
manzaralarına bakıldığında, bu uygarlığın Islâm dünyasına
refah getireceği hayaline kapılmak çok da zor
değildir. Lâkin medeniyetleri karşılaştırırken lâmbalar yerine
değerleri esas almak, çok daha sağlıklı sonuçlar verir. Bir de Rahibe
Teresa'nın bir Üçüncü Dünya ülkesine ait şu anısına bakın:
Sekiz çocuğuyla günlerdir aç durumdaki bir anneyi haber
aldığında, Teresa, ona bir miktar pirinç götürür.. Anne pirinci alır almaz ortadan
kaybolur, bir süre sonra döner. Geri dönünce, Rahibe Teresa ona nereye
gittiğini sorar.
"Pirincin yarısını komşuma götürdüm," der anne. "O da
günlerdir bizim gibi aç."
Işin bir başka ilginç yönü ise, anne ile çocukların,
günlerdir sürüp giden açlıklarına rağmen, içinde bulundukları durumdur. Rahibe Teresa
"Yüzlerinde açlık acısı vardı," diyor. "Ama mutsuzluk veya üzüntü ifadesi
görmedim." (Meraklısına not: Pirinci paylaşan aç ailelerden biri Hindu,
diğeri ise Müslümandır.)
Gövdesi hamburger yağıyla şişirilmiş Batı insanının
suratında ise açlık acısı yok belki; ama mutsuzluğunu ve huzursuzluğunu bütün
yüz hatları çok sesli bir koro halinde haykırıyor! Buna karşılık, lâmbaları
var Batının-ruhundan sonra bedeni de çürüyüp gitse, o kurukafanın
karşısında aynı coşkuyla yanıp sönmeye devam eden lâmbaları
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.