FARKEDİŞİN ESTETİK BOYUTU
{mosimage}
1.
Fark edemeyişin boşluğunda bir hoşluk yaşamaktayız.
Ve her şey bir farkedişle başlayacak. (1)
İnsana, insanın varoluşsal anlamına ve alanına yönelik çabaların mevcut
işleyiş içinde bir kıymeti kalmamıştır. Modern kapitalizmin öncülüğünde
global evresine giren yeni yaşamın insana soluk aldırmayan acelesi, çılgınca
bir ritimle insan varlığını hiçlik duygusunun, çaresizliğin öldürücü
boşluğunda kıstırmayı başardı..
İnsan; hangi iklimde olursa olsun dünün dünyasında yeryüzünün efendisi olan
insan, bugün sadece madde ve para ekseninde karşılık bulan nesnel ilişkiler
ağı içinde yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmıştır. Korkunç yalnızlıkların,
yabancılıkların karanlık kucağında ontolojik bitişini, tükenişini
yaşamaktadır.
İnsanın neredeyse hiçbir anlam dünyası, hiçbir anlam derinliği kalmadı.
Dün, insanın eşya anlamında sahip olduğu fazlaca bir şeyi yoktu. Zaten tüm
yalınlığı, doğal zenginliğiyle bir büyü bir bitimsiz düş tonunda/tadında
akıp giden cennette böyle hırdavatlara, ıvır zıvırlara gerek de yoktu. Ama
var edilmişlerin en asili olan insan tüm sessizliğine, tenhalığına rağmen
bütün bir yeryüzünü dolduruyor, anlamlandırıyor, süslüyordu.
Allah’ın, (mutlu olmak için büyük- küçük tüm ayrıntılar hesap edilerek)
yaratıp kendisine bahşettiği cenneti; insan o üstün zekasıyla cinnetler ve
cinayetler cehennemine çevirerek sonunda yaşanmaz kılmayı başardı. Başardı
da ne oldu? Ruhunun derinliklerinde; insan varlığıyla yaşamaya razı olmayıp
sözde tanrılık iddiasıyla dünyayı yeni baştan, yepyeni bir tasarımla inşaya
koyulan bu nankör, bu kıskanç, bu zavallı varlık anlamını yonta yonta,
kazıya kopara yükselttiği ışıltılı yaşamın bir türlü aydınlatamadığı
karanlık dehlizlerde acınacak halde yorgun, üstelik beyin kanaması ve kalp
spazmı geçirir halde varoluşa doğru şuursuz çırpınışlar yaparak esasen
kendini aramanın fakat bir türlü bulamamanın dindirilemeyen sancısını
çekmekte. Sağlıklı algılama düzeneğini, anlama, anlamlandırma yeteneğini
kaybettiğinden o kısır döngüye tekrar girmekte tahtını yine anlamsızlığa,
hiçliğe kurmakta.
Fark edememekte.
Oysa her şey bir farkedişle başlayacak.
Yitirdiği değerlerin, kaybettiği güzelliklerin farkına varamamakta, daha da
kötüsü beyhude bir çabayla dönüp dönüp bu yitirilişi hazırlayan, hızlandıran
saiklere sarılmaktadır.
İnsan, kendi varlığının mekanik düzeneğin eline ve emrine teslim
edilemeyecek asaletini bir fark edebilse, o zaman her şeyi değiştirecek bir
güzide başlangıcın ilki gerçekleşmiş olacak.
Gaflet, bir ‘farkedemeyiş’ hastalığı olarak aklımızı, duygularımızı ölümüne
sindirmiş durumdadır. Demek oluyor ki, aklın ve ruhun yeniden uyanıp güç
kazanması gafletin ölümü olacaktır. Kitleler bugün hakikati dışlayan
gündelik hayatın, değirmeninde her şeyi öğütüp un ufak eden çevrintisinde
ufalanıyor, yontuluyorlarsa bu trajedi insan varlığımızı pusuya düşüren
gidişata katılmamızı hiç olmazsa eleştiri getirmemizi, buğz etmemizi tutarlı
çıkışlar arayışımızı şimdilik mümkün kılmayan akıl tutulmasından, bilinç
eksikliğindendir.
Farkediş bilincin yaradılışından sapmaksızın duru ve diri kalmasıyla mümkün
olur. Algı organları, algı mekanizmaları işlevsiz olanların herhangi bir
bilinç sahibi olmaları, ileri aşamalarda yüksek bilinç inşa etmeleri mümkün
değildir. Yüce Kur’an ‘gafil olanlar’ dan söz ederken onların algı
yeteneklerinin dumura uğradığına dikkatimizi çeker. ‘Onların gözleri vardır
görmezler, kulakları vardır işitmezler, kalpleri vardır idrak etmezler.’
İşte mes’ele bu, vehamet burada!.. İnsan kendi varlığını anlamlı kılan
duyma, düşünme yeteneğini yitirince her an yeni bir farkedişle hakikatin
anlam alanına birey olarak katılma, o alana bir şeyler katma imkânını da
yitiriyor. Varlığını amaçsızlığın çukurundan kurtarıp kendi fıtratına, aşka
ve aşkınlığa doğru coşkulu hamleler yapacağı yerde kendi yapıp ettikleriyle
çökerttiği ruhunun yıkıntıları arasında sonu bilinmez tükenişlere doğru
gidişini esrar içmişçesine aptal aptal seyrediyor.
Ey insan seyrettiğin kendi tükenişindir.
Ayet bu gafil tipleri ‘Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir’ diye
nitelendiriyor, ‘hatta onlardan da aşağıdırlar.’.
Bu aşağılık hal, insan varlığından soyunarak tanrılık tahtı elde etme
çabasındayken terk ettiğin akıl, izan, irfan, erdem gibi hassasiyet ve
meleke yoksunluğunun sana kazandırdığı yeni mevkiindir.
Bu düşüş, bu kör kuyu senin öykün, kendi arzunla üstelik arzularından başka
ölçülere itibar etmeyerek yazdığın, muazzam bir gayretle yaşadığın kendi
kaderindir ey insanoğlu.
Fark edemiyorsun.
Oysa her şey bir farkedişle başlar.
Belki Musa asasını yine atar.
Farkedişleri engelleyen tüm perdeler aralanır,
Büyü bozulur belki, oyun, oyalanma biter,
Önce büyücüler inanır,
Gerçeğin tahtına kurulmuş yalanlar çöker.
2.
Her şey tam bir fark edişle başlayacak.
Böyle bir başlangıç için hangi zemin araştırılmalı, hangi imkânlar
kullanılmalıdır? Cevabı hangi yönde ve duyarlıkta olursa olsun geniş
araştırmalar, açıklamalar gerektiren bir soru bu. Sanattan felsefeye,
sosyal psikolojiden fıkha, kelama, siyasete kadar tüm pencereleri açmak
gerekecektir. Amacım bu sorunun cevabını aramak değil. Ayrıca buna ne
imkânım ne de takatim elverir. Duyarlılık sahibi her insan eninde sonunda
mevcut düzen(i) içinde sürüp giden hayata karşı sorgulama başlatır. Bu
sorgunun tabanında içimizdeki ve dışımızdaki gerçekliklerin yüzleşmesi,
tartışması vardır. Fark edişler işte bu tartışmalar sonucu oluşur,
olgunlaşır. Bazen de fark ettiklerimizle bir tartışmayı başlatmış oluruz.
Duyarlık ve farkediş…Muazzam akıntı ve geçişlerle birbirini besleyen bu iki
alan sanat için, sanatçı için en elverişli alandır. Sanat, duyarlığın
estetik hüviyet kazanmasıdır.
Sanat bir yönüyle fark ediştir. Sanatçı fark etmekle işe başlar, sonra da
fark ettirmeye, hissettirmeye koyulur. Bu çaba bölüşme, paylaşma arzusundan
kaynaklanır. Aslında gizliden gizliye de bir yoklama faaliyetidir bu.
Eseriyle sanatçı bize bir ses vermiştir. Bakalım biz ona nasıl mukabele
edeceğiz. Bizden nasıl bir yankı gidecek ona. Sanatçı (aydın) bir yerde
durmuş bakınmakta, bize kendini göstermektedir. Bir bakıma buluşmanın ilk
hareketi ondan gelmiştir. Peki, biz nerde durmaktayız? Sanatçı, örneğin şair
de bunu merak etmektedir zaten. Birbirimizi fark ettik mi? O halde fark
ettiklerimizi paylaşabiliriz artık. Karşılıklı iletişim ve etkileşim içinde
bir anlam alanı oluşacak demektir. Fark ettiklerimizi paylaştığımız bu geniş
alanın sınırları düşlerimiz, düşüncelerimiz, hayallerimiz boyunca uzayıp
gider. Bu kapsamıyla ‘anlam’ kavramı yazarda ve okurda sonsuz, esnek ve
zengin mahiyete sahip olur/olmalıdır. Anlam nedir, nasıl oluşur,
belirleyenleri, değişkenleri nelerdir gibi sorular ve sanat etkinlikleriyle
bulacağımız karşılıkları ‘farkedişin estetik boyutu’ üzerine yeniden
düşünmeyi gerektirmektedir.
Sorumuzu tekrar soralım: Farkediş için hangi zeminler araştırılmalı, hangi
imkânlar kullanılmalı? Çoklarının tecrübeyle fark etmek arasında doğrusal
ilişki kurduklarını müşahede ettim. Farkediş bütünüyle ampirik bir olgu mu?
Tecrübelerimizle mi fark ederiz? Yoksa fark ettiklerimiz bizi tecrübe sahibi
mi yapıyor?
Doğaldır ki burada kavramları netleştirmemiz gerekecektir. Biz burada
sanatsal ve entelektüel anlamda bir tecrübeden ve duyarlıktan söz ediyorsak
tecrübenin farkedişi, farkedişin tecrübeyi artıracağını, hızlandıracağını
söylemeliyiz. Yok, eğer gündelik yaşam içinde tanımlanan bir tecrübeden söz
edilecekse meseleyi kısa bir değiniyle vuzuha kavuşturmakta yarar umuyorum.
Tecrübe bir anlamda fark edişler toplamıdır.
Eğer yaşam varoluşun coşkun, tekrarsız akışının adıysa tam ve mütekâmil
anlamıyla en azından bu dünya için mutlak bir tecrübeden söz edilemez. Yeri
gelmişken herkesin kendi tecrübesini edindiğini yani bir başkasının
tecrübesinin bana yaramayacağını söylemeliyim. Tecrübe geç fark edilendir.
Geç fark edersin taşın sert olduğunu. ‘Su insanı boğar ateş yakarmış.’
Güzel. Herkes taşın sert olduğunu fark edecektir, suyun boğuculuğunu, ateşin
yakıcılığını. İyi de şair bunu fark etmiş, aynı tecrübeyi kullanamaz mıyız?
Kullanamazsın. Tecrübe paylaşılmaz, kişiye özeldir. İlla yaşamak gerekir.
Anlarsın. Çokluk anladığında iş işten geçmiş olur. Sana kırılan kafanda
izler, yüreğini yüreğini yakan bir ateşin artık hatıralara savrulmuş külleri
kalır. İçini inciten, burkan. Heybende bu incinmelerini biriktir. Veremlere
doğru mor sancılarla atan kalbinin sızılarından bir koleksiyon yap.
Tecrübe edinmeyi aynı suda iki kez yıkanma yanılgısıyla anlayanlar zaman
içinde suyun da kendilerinin de değiştiği gerçeğini unutanlardır. Tarih
dediğimiz zamanın akış mecrası içinde her an yepyeni oluşumlarla
karşılaşıyor, değişiyoruz. İşte bu noktada tecrübe ölçebildiğimiz,
değerlendirebildiğimiz kadarıyla dünden bugüne yarına içimizde ve dışımızda
o akışın yönünü, yatağını tahmin etmemize yarayabilir. Geçmişte vuku bulmuş
bir hadiseyi hazırlayan ya da hazırlamış gibi gözüken sebeplerin benzer
tarzda tekrar oluşması tarihin tekerrür edeceği anlamına yorulmamalı.
Doğruları, daha tutarlı bir ifadeyle realiteleri, kendi koşulları, kendi
ortamına göre değerlendirmelidir. Her bir olayı hazırlayan koşullar
farklıdır. Tarihsel olaylar bir defaya mahsus olaylardır. Bu kapı
aralığından geçerek katıldığınız yaşam ona özgü esprisiyle sizi çoğu zaman
şaşırttı, şaşırtmaya devam edecek. ‘Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın
şaşırma’ diyordu Orhan Veli. Bir yönüyle büyü de burada değil mi? Bu
gizemli süreç içinde ve her defasında fena yakalanıyoruz. Daha doğrusu
hazırlıksız yakalanıyoruz. Aşklara, acılara, başarılara, bozgunlara,
ihanetlere, çukura düşmelere, uçup gitmelere çoğunluk evet hep hazırlıksız
yakalanıyoruz. Sözün kısası her defasında acemisi olduğumuz bir hayatı
yaşıyoruz. Hayatın ustası olduğunu söyleyenler varsa bu ustalığı hangi derin
sırları çözerek kazandıklarını izah etsinler. Bugünün tecrübelerini yarın
için kullanabileceğinizi nasıl temin edebilirsiniz. Hayat her gün
değişiyor.her sabah yeniden kurulan, her gün yeni bir başlangıç olan dünyada
bugünün bilgisi bugünün doğrusu yarına eskiyorsa kendinizi yenilemek var
olmanızın gerek koşuludur. Tecrübe… neyin tecrübesi, hangi meçhulün, hangi
esrarın keşfi ile kazanılan mucize? İşte açık yüreklilikle söylüyorum benim
tecrübem bilgisizliğin tecrübesi olabilir belki.. Cehalete övgü mü
yapıyorum? Elbette değil ama ‘bilme’ noktasında yaşamın ustası olduğunu
söyleme acemiliğiyle ne gülünçlüklere tanık olmuyor muyuz? Bildiğim her şey
beni başka bilgisizliklerin eşiğine bırakıyor. Bildiklerimiz
bilmediklerimizi çoğaltıyor, bilgisizliğimizin farkına bildiklerimizle
varıyoruz. Belki de bilgiyi bilgisizlikten, bilgisizliği bilgiden yonta
yonta tecrübe dediğimiz alanımızı genişletiyoruz. İşte burada tecrübenin
neye endeksli olduğunu, neye denk düştüğünü bir kez daha düşünebiliriz. İyi
ki hayatın bildiklerim üzerine çektiği esrar perdesini aralama ustalığını
gösteremeyecek kadar acemiyim. Acemilikler ustasıyım. O yüzden olacak
varoluş coşkusunu hep hissediyorum. Hayat elimden tutmuş götürüyor beni. Bu
gidişten çoğu kez arkadan iz sürerek yaptığım yürüyüşten şikâyetçi değilim.
Karışmayın. Bırakın her şey kendi büyüsüyle, tılsımı ile kalsın. Bir
yanılsamayı fark edişimin gerçek zevkine vardığımı söyleyebilirsiniz. Gerçek
üzerine yanılgılar kutsamaktansa, gerçek bir yanılgı olan yaşamın tadına
varmalı diyorum. Acısıyla tatlısıyla yaşamın tüm cezbesini, tüm cazibesini
içimizde duymak… İyi ki bilmiyorum, yaşasın bilgisizlik!... kelimelerle
bilimle zihinle kurulan bilgisizlik. Gaybın kapıları açılsaydı ve bilseydik
olacakları ne olurduk, ne halde olurduk bir düşünün? Hayatlarının önünden
gidenler hiçbir şeyin gizli kalmadığı dünyaya nasıl dayanırlardı acaba?
‘Yarını düşünme’ diyor İncil, ‘onun telaşı kendine yeter’. Bu ayet de bana
yeter. Hayatın önünden gittiğini söyleyenler acaba aklı havada gidenler mi
dersiniz?
Bazen bilmezlik öyle işime yarıyor ki. Kendi dünyamda bilgelik tahtımı
bilinmezlik ve bilgisizlik üzerine kurmanın keyfini, sanal mutluluğunu
yaşıyorum. Her yer Gemlik, her defasında Gemlik ve en olmadık yerde deniz
çıkıyor karşıma. Bilmece de büyü de sürüyor. Asıl bilmemiz gereken işte bu:
Yaşamın bir bilmece, bir yönüyle dünyanın bir oyun, oyalanma olduğu. Hayat
müthiş kurgulanmış bir oyun. Kendi oyunumuzu hayretle, heyecanla, nefesimizi
tutarak izliyoruz. Oyunda olduğumuzu derin bir unutuşla unutacak kadar
statümüzü önemsiyor, rolümüzü ciddiye alıyoruz.. Bazen yönetmenin doğrudan
kendisi bazen gerilerden gizli- açık bir ses asıl yaşamı bize hatırlatmıyor
değil. Ne ki, gerçeğin yerine ikame ettiğimiz yalan dünyalardan ve bu
dünyanın uydurma değerlerinden kopmayı başarabilmek mümkün olmayabiliyor.
Peki, ne olacak? Bu trajik tablo hep böyle mi sürüp gidecek? Onu bilemem ama
bilinmesi gereken derin unutuşlar içindeki toplum karşısında derin
hatırlayış ve farkedişler ustası olarak sanatçıların görev ve
sorumluluğunun daha çok arttığıdır.
İşte bütün bunları fark etmekle başlayacak her şey.
İlk elden yaşamın mevcut ve genel kabul gören formatına aykırı şeyler
söylediğimi peşinen kabul ediyorum. Doğallıkla işte tam burada sanki köklü
bir eleştiri getiriliyormuş edasıyla ‘Yani, tecrübe edinmenin, onu
kullanmanın mümkünü yok mu? Akıl tecrübe edinmede bir işe yaramaz mı?’ türlü
soruların zihinlerde uçuşabileceğini tahmin etmiyor değilim. Elbette mesleği
icabı kurulu saat gibi rutin bir işleyişle her gün aynı işleri yapan örneğin
kunduracılar, terziler, askerler, memurlar, işçiler vb. kendilerince tecrübe
sahibidir. Bu tarz rutin uğraşları ‘adet’ kavramıyla kategorize etmek daha
isabetli olur kanısındayım. Bilineceği gibi adet zihinsel bir çaba
olmaksızın sayısız tekrarlar sonucu kazanılan alışkanlıklardır. Gündelik
hayat alışkanlıklarımızın kalıplarına döktüğümüz hayattır. Ama ben gündelik
akışın dışında başka bir akıştan tabir yerindeyse bir dip akıştan, öz
akıştan söz ediyorum. Hayata, kainata, insana hasılı bütün bir varlığa dair
değişmeyen özden(anlam), espriyi kavramaktan…
Köreltici ve indirgemeci modernist yaşam insanı alışkanlıklarına
çivilemiştir. Yaptığı işle boyutlu,yaptığı iş kadar olan insan bütün bir
yaşam içinde ne kadar özgür, ne kadar derinlikli olabilir? Sartre
‘Denemeler’inde bu basit ama köklü soruyu soruyordu. Canhıraş çalışmalarla
dışımızda kurduğumuz yaşam çoğu zaman iç yaşantımızı yıkmak içinmiş meğer.
Tatlı hayaller, boş avuntular satın almak için gerçeklerimizi vereduralım,
yaşam gizliden gizliye alttan alta bizi, her şeyi tutmuş kaçınılmaza doğru
sürüklüyor. Tüm kaçınılmaza doğru. Olmaz sanılana, imkânsız denilene,
beklenmeyene, yalan sanılana, yoksanana doğru adım adım gidiyoruz ‘Aman ya
Rabbim ne kadar yanılmışım, ne akılsızmışım.’ diyeceğimiz günlere
götürülüyoruz. Kendi payıma aklım, bu satırların yazarının aklı, başka değil
sanki ‘Ah ne aptalmışım’ dedirten olumsuzlukları fark etmem için verilmiş
gibi. Yine mi müştekiyim? Asla. Bu anlamda aklımın tecrübe edinmemde,
tecrübelerimin bir bakıma ayrımına varmamda bana yardımcı olduğunu
söylemeliyim.
____________
(1)- Bilerek birleşik yazılan ‘farkediş’ ‘fark etme’den ayrı içeriğiyle bir
kavram olarak kullanılmıştır.
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.