KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK 3
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK
-3-
Halit ÖZDÜZEN( Araştırmacı Yazar)
Halit ÖZDÜZEN( Araştırmacı Yazar)
KUTSAL MEKANLARI ZİYARET
Bedir dönüşü otele uğradığımızda, sabah kahvaltıdan sonra Uhud,Kuba Mescidi, Kıbleteyn Mescidi ve Yedi Mescitlere toplu gezi programı düzenlendiğini öğrendik. Bu gezi Diyanetin Umre paketinde belirttiği araçlı gezilerden biriydi. Genellikle tüm firmalar bu gezileri katılımcılara ücretsiz düzenlemektedir.
Bedir dönüşü otele uğradığımızda, sabah kahvaltıdan sonra Uhud,Kuba Mescidi, Kıbleteyn Mescidi ve Yedi Mescitlere toplu gezi programı düzenlendiğini öğrendik. Bu gezi Diyanetin Umre paketinde belirttiği araçlı gezilerden biriydi. Genellikle tüm firmalar bu gezileri katılımcılara ücretsiz düzenlemektedir.
Sabahleyin Mescid-i Nebi’deki görevlerimizi yerine getirdikten sonra, kahvaltı yaparak ser-vis otobüslerine yöneldik. Otobüsler eski model ve koltuk araları oldukça dardı, neyse ki “buna da şükür” diyerek yerimizi aldık. İlk durağımız içerisinde Hz. Peygamber (S.A.V) ve Sahabelerin yüzlerce hatırasını barındıran Kuba Mescidiydi. Yolda Grup Başkanımız, imam-hatip Halit Açıkel Kuba ve Mescid hakkında özet bilgi aktardı. Hoca daha önce de turlara katılmış, hatta birisinde kafile başkanlığı da yapmış tecrübeli birisiydi.. Tecrübenin dışında sürekli de ders çalıştığını gözlemledim. Bu nedenle katılımcılara gereken bilgileri verebilecek donanımdaydı.
Kuba, Medine’ye 5 km mesafede –şimdilerde neredeyse birleşmiş -yeşillikler ve hurma bahçeleri arasında oldukça şirin bir yerdi. Hz. Resulullah’ın Medine’ye varışında ilk kucak açanlar Kubalılar olduğundan, müminler için önemli bir merkezdi. Grup Başkanı zamanın kısıtlı olduğunu belirterek, iki rekat nafile namaz kılarak otobüse intikal edeceğimizi belirtti. Mütevazi bir mescit beklerken, dört minareli Anadolu’daki pek çok şehrin camisinden büyük Arap-İslam mimarisinin oldukça güzel bir örneği ile karşılaştık. İçerisine girdiğimizde oldukça ferahtı. Mescid-i Nebi’de olduğu gibi her taraf pırıl pırıl ve temizdi..Ziyaret ettiğimiz gün Perşembeydi, Cumartesi gününü de özel olarak ziyaret etmeyi düşündüğümden,çevreyi fazla tetkik etmeden Kuba’dan ayrıldık.
Yolda ilk Cuma Mescidinin önünden geçerken “onarımda olduğu”nu söylediler… ilk Cumayı kılanlara selam ve Fatiha göndererek, yola devam ettik. İkinci durağımız Uhud Şehitliği ve savaş alanı oldu. Otobüsten inerek, “Okçular Tepesi”nin önüne kadar ilerledik, orada Kur’an okunarak dualar yapıldı, akabinde İslam’ın büyük şehidi Hz. Hamza ve diğer Uhut şehitlerini ziyaret ettik. Bu ziyaretimiz kısa olduğu için Hz. Resulullah’ın tedavi gördüğü mağarayı ancak uzaktan görebildik. İnşaallah kısmet olursa, burayı da özel ziyaret ederek Mağaraya da tırmanacaktık. O ziyareti anlatırken Uhut savaşının İslam tarihindeki önemi ve bu savaştan çıkarılacak derslerinde üzerinde duracağım. Fakat bu ziyaretimde Uhud’da karşılaştığım ibretlik manzaraya değinmeden geçemeyeceğim..
Yok Edilmeye Çalışılan Tarihi Mekanlar
Bedir Şehitliğini ziyaret ederken Çanakkale Şehitliğini hatırlamıştım;burada da orayı tekrar hatırladım. Çanakkale’yi ziyaret ettiğimde çevrenin o kahramanların şanına yakışır düzey ve düzenlemede olmadığını düşünmüş,düşündüklerimi geziye katılanlarla paylaştığım-da bana hak vermişlerdi. Fakat Bedir ve Uhud’u gördükten sonra, Çanakkale Şehitliği ve çevresini düzenleyenlere ve bakımını üstlenenlere buradan teşekkür etmeyi kendimi borç bilmekteyim..
Aman Allah’ım(!) bu nasıl tarihi mekan anlayışı, savaş alanında açılan lüzumlu ,lüzumsuz yollar, ucube ve gecekondular , ortalığı kaplamış çöp yığınları ve şehitliği çevreleyen eski cezaevi görüş yerlerini hatırlatan demir şebekeler ve cam mı mika mı olduğu anlaşılmayan eğreti bir korungan ilgisizliğin en açık örnekleriydi.. Gecekondular mağaranın bulunduğu Bedir Dağına dayanmıştı.. Okçular Tepesi üzerinde gezile gezile oldukça aşınmıştı. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Fakat işin daha acısı benimle beraber o mekanı ziyaret eden görevlilerin bu manzaralar karşısında pek de rahatsız olmadıklarını görmemdi; mevcut konumu sanki kanıksamışlardı. Zaten gelen ziyaretçiler rahatsız olsaydı, bugüne kadar önlemler alması için ilgili merciler nezdinde girişimler yapılırdı.
İlerleyen günlerde sadece burada değil pek çok yerde tarihi mekanın yok edilmeye çalışıldığını ya da çöp yığınları ve dilenci istilasına uğradığını gördüm. Yeri geldikçe onları da sizlerle paylaşacağım.
Kıbleteyn Mescidi
Hz. Resulullah(S.A.V.) döneminde O’nunda emeği ve maddi katkısıyla inşa edilen mescitlerden biridir. Mescid-i Nebiye yaklaşık 5 km mesafede olup, ilk adı Ben-i Selime Mescididir. Rivayete göre Hz Nebi’yi Zişan Şaban ayının 15. günü(Berat Kandili), öğle veya ikindi namazını kıldırdığı esnada ikinci rekatın sonunda kıblenin Mescidi Aksa-dan Kabe'ye çevrilmesi ile ilgili ayetin gelmesi üzerine yüce Peygamber namazı bozma-dan o yöne yönelince cemaatte yönelmiştir.. ''Seni elbette hoşlanacağın kıbleye döndü-receğiz. O halde hemen Kabe'ye doğru dön. Ey müminler siz de nerede olursanız olun (namazda) oraya doğru dönün'' (Bakara) 2/144)
O tarihten sonra iki kıbleli mescit anlamına Kıbleteyn Mescidi denilmiştir. Pek çok yönetici döneminde onarım gören mescit 1987 yılında yeniden inşa edilerek, bugünkü konumuna getirilmiştir. Kıble tarzında caminin teczinatıyla oldukça uyumlu estetik bir mihrabı bulunmaktaydı. Kuzeydeki ana giriş kapısının üstündeki hanımlar bölümünün hemen üzerinde kubbeye yakın Kudüs istikametine doğru da, Bakara Suresinin 144. ayetinin bulunduğu bir pano asılmıştır. Hat sanatının değişik örneklerinin bulunduğu camiye Türk Hat Sanatının ünlü üstadı Hamit Aytaç’ın öğrencisi Hasan Çelebi’nin imzasını taşıyan celi sülüs ve kufi hatlar ayrı bir güzellik katmaktaydı…
Hat sanatına her zaman ilgi duymuşumdur. Bana harflerin resim sanatıyla buluştuğu gizli bir dünya gibi gelmiştir. Hasan Çelebi’nin çok önceleri Türkiye’deki birkaç camide eserlerini görüp hayranlıkla izlemiştim. Daha sonra Kıbleteyn Mescidi, Mescid-i Nebi ve Cuma Mesci-dinde de çalışmalarının yer aldığını öğrenmem, şahsına ve kalemine olan hayranlığımı daha da artırdı. Sağlık ve afiyetle daha nice güzel çalışmalar dileğimle; kalemine sağlık üstat, bana o güzide mekânlarda çok güzel anlar yaşattığın için teşekkür ederim.
Yedi Mescitler
Kıbleteyn’den ayrıldıktan sonra Yedi Mescitlere doğru yöneldik. Ben yedi mütevazi mescid beklerken karşımıza iki minareli açıklıkları yaklaşık onbeş metreyi bulan dört kalın sütun üzerine oturan kubbe ve yan kolonlarla beraber yaklaşık 500 m2 alanı ,bir o kadar da avlusu bulunan bir camiyle karşılaştım.
Orijinal ismiyle Mescid-i Seb’aa (yedi mescid) diye anılan mescitler, Hendek Savaşında Hz. Peygamber ve kolordu komutanları olan Hz. Ali, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Selman ve Hanımlar Birliğinin Komutanı kızı Fatımatu’l - Zehra Hz’leri adına komuta çadırlarının kurulu olduğu yerlerde hatıra olsun diye yaptırılan küçük birer mescitlerdi. Hz. Peygamber (S.A.V.) adına yaptırılan mescit de fetih mescidi olarak anılmaktaydı.
Osmanlı döneminden kalan yedi mescitten dördü 2003 yılında yıkılarak, yerlerine bu cami yapılmış, diğerlerinden de sadece iki tanesi ayakta kalabilmişti.Fetih mescidi bir kayanın üzerinde kartal yuvası gibiydi.Diğeride oldukça mütevazı küçük bir mescitti.Cami yapılmadan önce Yedi Mescidi ziyaret eden İranlıların Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Selman-ı Farisi mescitlerine çok fazla ilgi gösterdiklerini, özellikle Hz. Salman-ı Farisi mescidinde namaz kılmak için birbirleriyle yarıştıklarını belirttiler. Bu konum biraz kavimciliğe kaçmaktaymış.
Hendek Savaşı
Hicretin 5. /M. 627 yılında tarihe Hendek Savaşı ya da Medine Muhasarası diye geçen savaş özetle şöyle gerçekleşti: Medine’de bulunan Nâdiroğulları (Benî Nâdir) adındaki Yahûdî kabîlesi, Müslümanların her geçen gün daha da güçlendiğini görerek, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’e suikast düzenlemeye çalıştı, fakat amaçlarına ulaşamadılar Böylece Müslümanlarla yaptıkları Medine Sözleşmesini bozmuş oldular. Bunun üzerine Benî Nâdir Kabîlesi Medine’den çıkarıldı. Bu kabilelin reisi, diğer Yahudi kabile lideriyle ittifak yaptıktan sonra Mekke’ye giderek, Müslümanlara karşı müşriklerle anlaşma yaptı. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler ve müttefikleri Medine’de bulunan Müslümanların üzerine saldırmaya karar vererek, Ebû Süfyân komutasında büyük bir orduyla harekete geçtiler.
Bundan haberdar olan Peygamber Efendimiz, Ensar ve Muhacirden oluşan geniş katılımlı bir meclis toplayarak konuyu görüşmeye açtı. Toplantıda çeşitli görüşler tartışıldı ancak Selmân-ı Fârisî (r..a.) Hz. lerinin teklifi uygun görüldü. Teklif şöyleydi : İran’da yaşadığı yıllarda şehirleri müdafaa edenler saldırganlar karşısında daha azınlıkta iseler, müdafaa için şehrin etrafına hendek kazarak şehri savunurlarmış. Medine’yi müdafaa için de derin ve geniş hendek kazılmasını teklif eder. Hz. Selman’ın bu teklifi beğenilerek kabul edilir. Hendeğin kazılacağı yerler tespit edildiğinde, ilk kazmayı Hazreti Resulullah (S.A.V) indirir. Daha sonraki kazılarda da bir işçi gibi durup dinlenmeden çalışarak, Müslümanları teşvik eder.
Medine’nin iki yönü dağlar, bir yönü de geçişe engel volkanik kaya ve taşlarla çevrili olup, tek yönü saldırıya açıktı, hendek o istikamete kazıldı. Hendek bir atlının üzerinden atlayamayacağı kadar geniş ve devesi ve atıyla düşen süvarinin içinden çıkamayacağı kadar derindi. Ebû Süfyân komutasındaki düşman ordusu, birkaç koldan Medine üzerine yürür. Fakat karşılarında hendeği görünce şaşırırlar. Okla yapılan karşılıklı saldırı ve müdafaa bir ay sürer, Medineli Müslümanlar sayıca oldukça üstün Mekke ordusu karşısında aç ve perişan yurtlarını kahramanca savunurlar.
Saldırgan ordudan hendeği, birkaç kişi ancak geçebilir. Bunlardan en azgını olan Amr isimli kuvvetli ve şöhretli bir pehlivandır. Hendeği geçtikten sonra kendisiyle birebir sa-vaşacak bir babayiğit ister. Hz. Resulullah (S.A.V) kendi zırhını giydirerek karşısına Hz. Ali’yi gönderip, arkasından da secdeye kapanarak dua eder . Hz. Ali yiğitlik göstererek ilk hamle sırasını Amr’a verir . Amr o kadar güç ve kuvvetle saldırır ki, Hz. Ali’nin kalkanı parçalanır ve kafasından hafif yara alır. Hamle sırası Hz. Ali’ye gelince, Yaratana sığınıp öyle bir darbe...
Cuma Geceleri Nescid-i Nebi Bir Başkadır
Eşim Bab-ı Nisa’ya yönelirken, eğer fırsat bulursam akşam namazından sonra Ravzayı ziyaret edeceğim o nedenle yemeğe geç kalabilirim dedi. Bende Babı- Selam’a yönelerek Ravzayı ve Hz. Resulullahı ziyaret etmeyi düşündüm. Kapının önüne geldiğimde kırmızı beyaz kalın bir bandajla girişe kapatıldığını gördüm. Daha akşam namazına en az bir buçuk saat vardı, içerde çok fazla izdiham olduğu zaman böyle yapılmaktaymış. Bir üst kapı olan “Bab-ı Ebubekir Es Sıddik” kapısına yöneldim. Biraz zor olmakla beraber oradan da Ravzaya geçiş vardı. İçeriye girdiğimde o bölgenin de oldukça kalabalık olduğunu gördüm. Yerlerde sofralar seriliydi ,üzerlerinde bol miktarda hurma ve bardaklarda zemzem vardı. Bazılarının üstünde de ambalajlı yiyecekler bulunmaktaydı. Girişten itibaren herkes sofrasına buyur etmeye çalışıyordu. Elimi kalbimin üstüne koyarak hafifçe eğilip “şükran/ teşekkür” diyerek ilerliyordum; niyetim Ravzaya erişmek ya da o mekana yakın bir yerde akşam namazını kılmaktı.
Güçlükle Bab-ı Selam koridoruna ulaştım. Orada da yerlere sofralar serilmişti. Anlaşılan pek çok mümin oruçlu olarak gelmişti ve iftarını orda açmak istiyordu. Sofra davetçileri arasında küçük oğlan çocukları dikkatimi çekti. Geniş koridorda ancak bir insanın yürüyebileceği kadar boşluk bulunmaktaydı; O boşluktan insanlar Ravzaya doğru ilerlemeye çalıyorlardı. Ancak nafile, çeyrek saatte ancak iki direk arasını geçebildim. Israrlı sofra davetleri daha da yoğunlaşmıştı. Ben niyetli değildim, ayrıca sofralarda oturacak yerde yoktu. Derken ilk ezan okundu.ilk ezan güneş batar batmaz okunmaktaydı, dört-beş yaşlarında bir çocuk beni ısrarla sofralarına davet etti ; Ben “şükran, şükran” diye teşekkür etikçe o elimden tutup ısrarla çağırmaktaydı. Ben elinden kurtulup ilerleyince kollarıyla bacağımı sarmaladı. Artık kurtuluş yoktu, oraya çökmem gerektiğini anladım, fakat sofrada yer de yoktu.
Benim gülümseyerek yer aradığımı gören babası kalkarak yerini bana verdi. Kendisi ayakta kalmıştı ki sofrada bağdaş kurmuş olanlar toparlanarak ona da yer açtılar. İsminin Ahmed olduğunu öğrendiğim çocuğu yanıma çağırıp, kucağıma alarak sevdim. Çocuk o kadar sevimliydi ki anlatamam. Cebimden çıkardığım birkaç Riyali uzatımsa da almadı, babasına baktım başını asla dercesine iki yana sallıyordu. Kan şekerim düşerse diye cebimde taşıdığım jelatinli minik meyveli bir-iki şeker vardı onları uzattım, yine almak istemedi, babası başıyla işaret yapınca alarak cebine koydu. Anladım ki o da oruçluydu. O an ne kadar utandığımı anlatamam. Ancak seferi olduğumu hatırlayarak teselli buldum. Sofradakiler nereli olduğumu sordular Türkiyeli olduğumu söyleyince, “İstanbul, İstanbul ” dediler. Ankara’dan olduğumu söyledim çoğu gülümseyerek “ehlen ve sehlen” dedi. Sofra sahibi de tayyip ,tayyip deyince, ben başbakanı kastettiğini sanarak Tayyip Erdoğan dedim.Gülümsediler meğerse güzel bir yerden olduğumu söylüyormuş. Mescitteki ikram sahiplerinin çoğunun Medineli olduğunu öğrendim. Anlaşılan misafirlere açtıkları sofralarla Nebiy-i Zişan’ın atalarına öğrettiği ikram ve misafirperverlik kültürünü nesilden nesile devam ettiriyorlardı. Sofrada değişik ırklardan insanlar buluşmuştu, onlarla da tanışıp tokalaştık.
Namazdan sonra zorlukla da olsa Ravzaya yöneldim tıka basa doluydu. Hz. Peygamberi ziyafetten sonra Hz. Ebubekir ve arkasında Hz. Ömer’e yöneldiğimde Zatı Paki’nın eşimin anne tarafından dedesi olduğunu hatırlayarak, “ Selamun aleyküm ya baba dedim” ve Fatiha okuyarak ayrıldım. Eşimin annesi Adıyaman’ın önemli ailelerinden Sarı Şeyhin torunudur. Sarı Şeyh Urfalı Osman Avni(Dede) Hz. yoluyla Tariki Kadiriyenin Rezzaki koluna bağlıymış, soy şeceresi de Adıyaman’daki tekkesinin avlusunda metfun bulunan Hasan-ı Mekki Hz.’ne kadar uzanmaktaymış. Hasan-ı Mekki Hz. de Hz. Ömer’in üçüncü göbek torunuymuş. Eski adı Hısn-ı Mansur olan Adıyaman’ın fethinden sonra Mekke’den gelerek buraya yerleşmişler.
Sarı Şeyh Hz.’nin Halifelerinden Besnili Hello Babanın oğlu ve halifesi Mustafa Baba’dan bunları, daha o aileye damat olmadan dinlemiştim. O ailenin kızlarına talip olmamda biraz da dinlediklerimin katkısı bulunmaktaydı. Çok şükür büyük büyük dedesinin ruhaniyetiyle torunu Medine’de buluşturabilmiştim. Adıyaman’daki tekke Mustafa Baba’nın oğlu Abidin Baba tarafından yeniden yapılarak, Mevlana ve Yunus Derneği adı altında bir sivil toplum kuruluşu olarak hizmet vermektedir. Hasan’el Mekki Türbesi de ziyarete açıktır. Yüce Allah Hz. Ebubekir ,Hz. Ömer, Hz. Ali , Hz. Osman (r.a.) ve onların İslam’a hizmet vermiş bütün evlatlarından razı olsun.
Mısırlı Bir Âlim Ve Türklere Övgü
Ziyaretleri tamamlayarak Mescidin avlusuna çıkmıştım ki, 80-90 yaşlarında, orta boylu, beli biraz kamburlaşmış nur yüzlü bir zatla karşılaştım. Yanında refakatçi olarak tahminen 40-45 yaşlarında onun gibi oldukça düzgün giyimli bir başka zatta vardı. Yanımdan geçtikleri sırada selam verdim; yaşlı zat beni duymadı; genç olan onu durdurarak beni gösterip birazda yüksek sesle konuşarak kendilerine selam verdiğimi söyledi.
Yaşlı zat mahcup bir şekilde bana yönelip oldukça fasih bir Arapçayla selamımı alarak, bana Allah(C.C.)’tan rahmet dileyerek nereli olduğumu sordu? Türkiye ve Ankara deyince bana daha da yaklaşıp iki eliyle sağ elimi sıkıca kavradı.Elini öpmek istedim mani oldu. Politikacı olup olmadığımı sordu? Bu soruya yarı İngilizce yarı da Arapçamla cevap vererek emekli kamu yöneticisi olduğumu söyleyince gülümsedi. Meğer her ikisinin de İngilizcesi mükemmelmiş. Yakından yüzüne baktığımda beyaz sakalının altında toz pembe nurlu yüzü oldukça etkileyiciydi. Ben de nereli olduklarını sordum? Mısır dedi, ben Kahire mi dedim; başıyla tasdik etti. Ne iş yaptıklarını sorduğumda dini ilimlerle uğraşan öğretim görevlisi olduğunu, yanındaki zatında yetiştirdiği akademisyen olduğunu öğrendim. “El Ezher mi ?” diye sorduğumda, gülümsedi... Bu ayaküstü sohbette ne ben onları adlarını ne de onlar benim adımı sormuştu, sanki ezel ezelden tanışan kardeşlerdik. Zaten Hac ve Umrenin bir amacıda buydu; değişik kültürlerde yaşayan Müslümanlar birbirleri ile tanışıp kaynaşmasıydı.
Anladığım kadarıyla namaz sonrası Hz. Peygamber( S.A.V)’i ziyaret edeceklerdi. Hocayı fazla yormamak için “İzni hi” diyerek, elini öpüp ayrılmak istedim. Yine mani olarak, elimi bırakmadan diğer elini omzumun üstüne koyup gözlerimin içine bakarak fasih ve edebi Arapçasıyla Osmanlıları ve Türkleri öven birkaç cümle söyledi; anladığım kadarıyla, “Müs-lümanlar arasında birlik ve beraberliği nasıl Osmanlı sağladıysa şimdide bu ittifakı sağla-yabilecek ülkenin Türkiye olduğunu” söylüyordu. Oldukça heyecanlanmış ve duygulan-mıştım; yardımcı söylediklerini İngilizceye tercüme etmeye kalkışınca anladığımı söyleyip, O’nunla da tokalaşarak “bi Emanillah/ Allah(C.C)’a emanet” dileyerek ayrıldım. Ayrılırken yaşlı zat elini kaldırarak Türkiye’deki Müslümanlara selam gönderdi.
Otele dönerken tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Necip Fazıl’ın dizeleri aklıma geldi: “ Eyvah eyvah Sakaryam sana mı düştü bu yük ,/ Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük / Ne ağır imtihandır başındaki ağır yük./ Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya…” Evet, oldukça zor ve çetin bir imtihandaydı, ancak Sakarya bu yükü taşımak zorunda kalabilirdi...
Yatsı namazından sonra eşimle Hz. Resulullah(S.A.V.)’ın Türbesinin karşısında bir direğin altında oturarak Salavat okumaya başladığımızda görevliler başımız dikilerek, daha önce bildiğimiz teraneleri yeniden tekrarladılar. Bizde kalkarak bir arkadaki şemsiye direğin altına geçtik. Çok geçmeden oraya da gelerek, “eşimin kadınlar bölümüne gitmesini” istediler. Oradan da kalkarak en son şemsiye direğinin altına geçtiğimizde de daha rahatsız etmezler diye düşündüm. Çünkü orası bant gererek çizdikleri sınırın dışıydı. Fakat boşuna ümitlen-mişim çok geçmeden bir başka motorize ekip gelerek oradan da kakmamızı istedi. Artık sabrım son noktaya gelmişti. Bildiğim Arapçayla yaptıklarının yanlış olduğunu söylemeye çalıştımsa da ezberlerini devam ettirdiler. Ayağa kalktım biraz sertçe ve Türkçe “bu hanım benim eşim, gece gündüz beraberiz, ibadetlerimizi de beraber yaparız, burada da namaz kılmıyor, salavat okuyoruz, hangi hakla bizi birbirimizden ayırmak” istiyorsunuz dedim. İkna olmadıklarını görünce bizden bir direk öne çektikleri bandı göstererek “çizdiğiniz sınırları dışına çıktık daha nereye gidelim?“ dedim. Söylediklerimden bir şey anlayıp anlamadıklarını bilemiyorum. Ancak kararlı kesin ifadeler ve vücut dilimle gerekli mesajı vermiş olmalıyım ki, ayrılarak gittiler ve bir daha da geri gelmediler. Sabır ve sebatın her problemin üstesinden geldiğini bir kere daha görmüştüm.
Ayrılmak üzere ayağa kalktığımızda Yeşil Kubbenin büyüyüp gök kubbeye dönüşerek, tüm İslam Alemini kapladığını hayal ettim. O an” Sakarya Türküsünün” son mısraları da bir ırmak gibi hafızamdan dilime dökülmeye başladı. “Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz. / Sen kıvrıl ben gideyim son Peygamber kılavuz./ Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya.”
Bedir Şehitliğini ziyaret ederken Çanakkale Şehitliğini hatırlamıştım;burada da orayı tekrar hatırladım. Çanakkale’yi ziyaret ettiğimde çevrenin o kahramanların şanına yakışır düzey ve düzenlemede olmadığını düşünmüş,düşündüklerimi geziye katılanlarla paylaştığım-da bana hak vermişlerdi. Fakat Bedir ve Uhud’u gördükten sonra, Çanakkale Şehitliği ve çevresini düzenleyenlere ve bakımını üstlenenlere buradan teşekkür etmeyi kendimi borç bilmekteyim..
Aman Allah’ım(!) bu nasıl tarihi mekan anlayışı, savaş alanında açılan lüzumlu ,lüzumsuz yollar, ucube ve gecekondular , ortalığı kaplamış çöp yığınları ve şehitliği çevreleyen eski cezaevi görüş yerlerini hatırlatan demir şebekeler ve cam mı mika mı olduğu anlaşılmayan eğreti bir korungan ilgisizliğin en açık örnekleriydi.. Gecekondular mağaranın bulunduğu Bedir Dağına dayanmıştı.. Okçular Tepesi üzerinde gezile gezile oldukça aşınmıştı. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Fakat işin daha acısı benimle beraber o mekanı ziyaret eden görevlilerin bu manzaralar karşısında pek de rahatsız olmadıklarını görmemdi; mevcut konumu sanki kanıksamışlardı. Zaten gelen ziyaretçiler rahatsız olsaydı, bugüne kadar önlemler alması için ilgili merciler nezdinde girişimler yapılırdı.
İlerleyen günlerde sadece burada değil pek çok yerde tarihi mekanın yok edilmeye çalışıldığını ya da çöp yığınları ve dilenci istilasına uğradığını gördüm. Yeri geldikçe onları da sizlerle paylaşacağım.
Kıbleteyn Mescidi
Hz. Resulullah(S.A.V.) döneminde O’nunda emeği ve maddi katkısıyla inşa edilen mescitlerden biridir. Mescid-i Nebiye yaklaşık 5 km mesafede olup, ilk adı Ben-i Selime Mescididir. Rivayete göre Hz Nebi’yi Zişan Şaban ayının 15. günü(Berat Kandili), öğle veya ikindi namazını kıldırdığı esnada ikinci rekatın sonunda kıblenin Mescidi Aksa-dan Kabe'ye çevrilmesi ile ilgili ayetin gelmesi üzerine yüce Peygamber namazı bozma-dan o yöne yönelince cemaatte yönelmiştir.. ''Seni elbette hoşlanacağın kıbleye döndü-receğiz. O halde hemen Kabe'ye doğru dön. Ey müminler siz de nerede olursanız olun (namazda) oraya doğru dönün'' (Bakara) 2/144)
O tarihten sonra iki kıbleli mescit anlamına Kıbleteyn Mescidi denilmiştir. Pek çok yönetici döneminde onarım gören mescit 1987 yılında yeniden inşa edilerek, bugünkü konumuna getirilmiştir. Kıble tarzında caminin teczinatıyla oldukça uyumlu estetik bir mihrabı bulunmaktaydı. Kuzeydeki ana giriş kapısının üstündeki hanımlar bölümünün hemen üzerinde kubbeye yakın Kudüs istikametine doğru da, Bakara Suresinin 144. ayetinin bulunduğu bir pano asılmıştır. Hat sanatının değişik örneklerinin bulunduğu camiye Türk Hat Sanatının ünlü üstadı Hamit Aytaç’ın öğrencisi Hasan Çelebi’nin imzasını taşıyan celi sülüs ve kufi hatlar ayrı bir güzellik katmaktaydı…
Hat sanatına her zaman ilgi duymuşumdur. Bana harflerin resim sanatıyla buluştuğu gizli bir dünya gibi gelmiştir. Hasan Çelebi’nin çok önceleri Türkiye’deki birkaç camide eserlerini görüp hayranlıkla izlemiştim. Daha sonra Kıbleteyn Mescidi, Mescid-i Nebi ve Cuma Mesci-dinde de çalışmalarının yer aldığını öğrenmem, şahsına ve kalemine olan hayranlığımı daha da artırdı. Sağlık ve afiyetle daha nice güzel çalışmalar dileğimle; kalemine sağlık üstat, bana o güzide mekânlarda çok güzel anlar yaşattığın için teşekkür ederim.
Yedi Mescitler
Kıbleteyn’den ayrıldıktan sonra Yedi Mescitlere doğru yöneldik. Ben yedi mütevazi mescid beklerken karşımıza iki minareli açıklıkları yaklaşık onbeş metreyi bulan dört kalın sütun üzerine oturan kubbe ve yan kolonlarla beraber yaklaşık 500 m2 alanı ,bir o kadar da avlusu bulunan bir camiyle karşılaştım.
Orijinal ismiyle Mescid-i Seb’aa (yedi mescid) diye anılan mescitler, Hendek Savaşında Hz. Peygamber ve kolordu komutanları olan Hz. Ali, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Selman ve Hanımlar Birliğinin Komutanı kızı Fatımatu’l - Zehra Hz’leri adına komuta çadırlarının kurulu olduğu yerlerde hatıra olsun diye yaptırılan küçük birer mescitlerdi. Hz. Peygamber (S.A.V.) adına yaptırılan mescit de fetih mescidi olarak anılmaktaydı.
Osmanlı döneminden kalan yedi mescitten dördü 2003 yılında yıkılarak, yerlerine bu cami yapılmış, diğerlerinden de sadece iki tanesi ayakta kalabilmişti.Fetih mescidi bir kayanın üzerinde kartal yuvası gibiydi.Diğeride oldukça mütevazı küçük bir mescitti.Cami yapılmadan önce Yedi Mescidi ziyaret eden İranlıların Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Selman-ı Farisi mescitlerine çok fazla ilgi gösterdiklerini, özellikle Hz. Salman-ı Farisi mescidinde namaz kılmak için birbirleriyle yarıştıklarını belirttiler. Bu konum biraz kavimciliğe kaçmaktaymış.
Hendek Savaşı
Hicretin 5. /M. 627 yılında tarihe Hendek Savaşı ya da Medine Muhasarası diye geçen savaş özetle şöyle gerçekleşti: Medine’de bulunan Nâdiroğulları (Benî Nâdir) adındaki Yahûdî kabîlesi, Müslümanların her geçen gün daha da güçlendiğini görerek, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’e suikast düzenlemeye çalıştı, fakat amaçlarına ulaşamadılar Böylece Müslümanlarla yaptıkları Medine Sözleşmesini bozmuş oldular. Bunun üzerine Benî Nâdir Kabîlesi Medine’den çıkarıldı. Bu kabilelin reisi, diğer Yahudi kabile lideriyle ittifak yaptıktan sonra Mekke’ye giderek, Müslümanlara karşı müşriklerle anlaşma yaptı. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler ve müttefikleri Medine’de bulunan Müslümanların üzerine saldırmaya karar vererek, Ebû Süfyân komutasında büyük bir orduyla harekete geçtiler.
Bundan haberdar olan Peygamber Efendimiz, Ensar ve Muhacirden oluşan geniş katılımlı bir meclis toplayarak konuyu görüşmeye açtı. Toplantıda çeşitli görüşler tartışıldı ancak Selmân-ı Fârisî (r..a.) Hz. lerinin teklifi uygun görüldü. Teklif şöyleydi : İran’da yaşadığı yıllarda şehirleri müdafaa edenler saldırganlar karşısında daha azınlıkta iseler, müdafaa için şehrin etrafına hendek kazarak şehri savunurlarmış. Medine’yi müdafaa için de derin ve geniş hendek kazılmasını teklif eder. Hz. Selman’ın bu teklifi beğenilerek kabul edilir. Hendeğin kazılacağı yerler tespit edildiğinde, ilk kazmayı Hazreti Resulullah (S.A.V) indirir. Daha sonraki kazılarda da bir işçi gibi durup dinlenmeden çalışarak, Müslümanları teşvik eder.
Medine’nin iki yönü dağlar, bir yönü de geçişe engel volkanik kaya ve taşlarla çevrili olup, tek yönü saldırıya açıktı, hendek o istikamete kazıldı. Hendek bir atlının üzerinden atlayamayacağı kadar geniş ve devesi ve atıyla düşen süvarinin içinden çıkamayacağı kadar derindi. Ebû Süfyân komutasındaki düşman ordusu, birkaç koldan Medine üzerine yürür. Fakat karşılarında hendeği görünce şaşırırlar. Okla yapılan karşılıklı saldırı ve müdafaa bir ay sürer, Medineli Müslümanlar sayıca oldukça üstün Mekke ordusu karşısında aç ve perişan yurtlarını kahramanca savunurlar.
Saldırgan ordudan hendeği, birkaç kişi ancak geçebilir. Bunlardan en azgını olan Amr isimli kuvvetli ve şöhretli bir pehlivandır. Hendeği geçtikten sonra kendisiyle birebir sa-vaşacak bir babayiğit ister. Hz. Resulullah (S.A.V) kendi zırhını giydirerek karşısına Hz. Ali’yi gönderip, arkasından da secdeye kapanarak dua eder . Hz. Ali yiğitlik göstererek ilk hamle sırasını Amr’a verir . Amr o kadar güç ve kuvvetle saldırır ki, Hz. Ali’nin kalkanı parçalanır ve kafasından hafif yara alır. Hamle sırası Hz. Ali’ye gelince, Yaratana sığınıp öyle bir darbe...
Cuma Geceleri Nescid-i Nebi Bir Başkadır
Eşim Bab-ı Nisa’ya yönelirken, eğer fırsat bulursam akşam namazından sonra Ravzayı ziyaret edeceğim o nedenle yemeğe geç kalabilirim dedi. Bende Babı- Selam’a yönelerek Ravzayı ve Hz. Resulullahı ziyaret etmeyi düşündüm. Kapının önüne geldiğimde kırmızı beyaz kalın bir bandajla girişe kapatıldığını gördüm. Daha akşam namazına en az bir buçuk saat vardı, içerde çok fazla izdiham olduğu zaman böyle yapılmaktaymış. Bir üst kapı olan “Bab-ı Ebubekir Es Sıddik” kapısına yöneldim. Biraz zor olmakla beraber oradan da Ravzaya geçiş vardı. İçeriye girdiğimde o bölgenin de oldukça kalabalık olduğunu gördüm. Yerlerde sofralar seriliydi ,üzerlerinde bol miktarda hurma ve bardaklarda zemzem vardı. Bazılarının üstünde de ambalajlı yiyecekler bulunmaktaydı. Girişten itibaren herkes sofrasına buyur etmeye çalışıyordu. Elimi kalbimin üstüne koyarak hafifçe eğilip “şükran/ teşekkür” diyerek ilerliyordum; niyetim Ravzaya erişmek ya da o mekana yakın bir yerde akşam namazını kılmaktı.
Güçlükle Bab-ı Selam koridoruna ulaştım. Orada da yerlere sofralar serilmişti. Anlaşılan pek çok mümin oruçlu olarak gelmişti ve iftarını orda açmak istiyordu. Sofra davetçileri arasında küçük oğlan çocukları dikkatimi çekti. Geniş koridorda ancak bir insanın yürüyebileceği kadar boşluk bulunmaktaydı; O boşluktan insanlar Ravzaya doğru ilerlemeye çalıyorlardı. Ancak nafile, çeyrek saatte ancak iki direk arasını geçebildim. Israrlı sofra davetleri daha da yoğunlaşmıştı. Ben niyetli değildim, ayrıca sofralarda oturacak yerde yoktu. Derken ilk ezan okundu.ilk ezan güneş batar batmaz okunmaktaydı, dört-beş yaşlarında bir çocuk beni ısrarla sofralarına davet etti ; Ben “şükran, şükran” diye teşekkür etikçe o elimden tutup ısrarla çağırmaktaydı. Ben elinden kurtulup ilerleyince kollarıyla bacağımı sarmaladı. Artık kurtuluş yoktu, oraya çökmem gerektiğini anladım, fakat sofrada yer de yoktu.
Benim gülümseyerek yer aradığımı gören babası kalkarak yerini bana verdi. Kendisi ayakta kalmıştı ki sofrada bağdaş kurmuş olanlar toparlanarak ona da yer açtılar. İsminin Ahmed olduğunu öğrendiğim çocuğu yanıma çağırıp, kucağıma alarak sevdim. Çocuk o kadar sevimliydi ki anlatamam. Cebimden çıkardığım birkaç Riyali uzatımsa da almadı, babasına baktım başını asla dercesine iki yana sallıyordu. Kan şekerim düşerse diye cebimde taşıdığım jelatinli minik meyveli bir-iki şeker vardı onları uzattım, yine almak istemedi, babası başıyla işaret yapınca alarak cebine koydu. Anladım ki o da oruçluydu. O an ne kadar utandığımı anlatamam. Ancak seferi olduğumu hatırlayarak teselli buldum. Sofradakiler nereli olduğumu sordular Türkiyeli olduğumu söyleyince, “İstanbul, İstanbul ” dediler. Ankara’dan olduğumu söyledim çoğu gülümseyerek “ehlen ve sehlen” dedi. Sofra sahibi de tayyip ,tayyip deyince, ben başbakanı kastettiğini sanarak Tayyip Erdoğan dedim.Gülümsediler meğerse güzel bir yerden olduğumu söylüyormuş. Mescitteki ikram sahiplerinin çoğunun Medineli olduğunu öğrendim. Anlaşılan misafirlere açtıkları sofralarla Nebiy-i Zişan’ın atalarına öğrettiği ikram ve misafirperverlik kültürünü nesilden nesile devam ettiriyorlardı. Sofrada değişik ırklardan insanlar buluşmuştu, onlarla da tanışıp tokalaştık.
Namazdan sonra zorlukla da olsa Ravzaya yöneldim tıka basa doluydu. Hz. Peygamberi ziyafetten sonra Hz. Ebubekir ve arkasında Hz. Ömer’e yöneldiğimde Zatı Paki’nın eşimin anne tarafından dedesi olduğunu hatırlayarak, “ Selamun aleyküm ya baba dedim” ve Fatiha okuyarak ayrıldım. Eşimin annesi Adıyaman’ın önemli ailelerinden Sarı Şeyhin torunudur. Sarı Şeyh Urfalı Osman Avni(Dede) Hz. yoluyla Tariki Kadiriyenin Rezzaki koluna bağlıymış, soy şeceresi de Adıyaman’daki tekkesinin avlusunda metfun bulunan Hasan-ı Mekki Hz.’ne kadar uzanmaktaymış. Hasan-ı Mekki Hz. de Hz. Ömer’in üçüncü göbek torunuymuş. Eski adı Hısn-ı Mansur olan Adıyaman’ın fethinden sonra Mekke’den gelerek buraya yerleşmişler.
Sarı Şeyh Hz.’nin Halifelerinden Besnili Hello Babanın oğlu ve halifesi Mustafa Baba’dan bunları, daha o aileye damat olmadan dinlemiştim. O ailenin kızlarına talip olmamda biraz da dinlediklerimin katkısı bulunmaktaydı. Çok şükür büyük büyük dedesinin ruhaniyetiyle torunu Medine’de buluşturabilmiştim. Adıyaman’daki tekke Mustafa Baba’nın oğlu Abidin Baba tarafından yeniden yapılarak, Mevlana ve Yunus Derneği adı altında bir sivil toplum kuruluşu olarak hizmet vermektedir. Hasan’el Mekki Türbesi de ziyarete açıktır. Yüce Allah Hz. Ebubekir ,Hz. Ömer, Hz. Ali , Hz. Osman (r.a.) ve onların İslam’a hizmet vermiş bütün evlatlarından razı olsun.
Mısırlı Bir Âlim Ve Türklere Övgü
Ziyaretleri tamamlayarak Mescidin avlusuna çıkmıştım ki, 80-90 yaşlarında, orta boylu, beli biraz kamburlaşmış nur yüzlü bir zatla karşılaştım. Yanında refakatçi olarak tahminen 40-45 yaşlarında onun gibi oldukça düzgün giyimli bir başka zatta vardı. Yanımdan geçtikleri sırada selam verdim; yaşlı zat beni duymadı; genç olan onu durdurarak beni gösterip birazda yüksek sesle konuşarak kendilerine selam verdiğimi söyledi.
Yaşlı zat mahcup bir şekilde bana yönelip oldukça fasih bir Arapçayla selamımı alarak, bana Allah(C.C.)’tan rahmet dileyerek nereli olduğumu sordu? Türkiye ve Ankara deyince bana daha da yaklaşıp iki eliyle sağ elimi sıkıca kavradı.Elini öpmek istedim mani oldu. Politikacı olup olmadığımı sordu? Bu soruya yarı İngilizce yarı da Arapçamla cevap vererek emekli kamu yöneticisi olduğumu söyleyince gülümsedi. Meğer her ikisinin de İngilizcesi mükemmelmiş. Yakından yüzüne baktığımda beyaz sakalının altında toz pembe nurlu yüzü oldukça etkileyiciydi. Ben de nereli olduklarını sordum? Mısır dedi, ben Kahire mi dedim; başıyla tasdik etti. Ne iş yaptıklarını sorduğumda dini ilimlerle uğraşan öğretim görevlisi olduğunu, yanındaki zatında yetiştirdiği akademisyen olduğunu öğrendim. “El Ezher mi ?” diye sorduğumda, gülümsedi... Bu ayaküstü sohbette ne ben onları adlarını ne de onlar benim adımı sormuştu, sanki ezel ezelden tanışan kardeşlerdik. Zaten Hac ve Umrenin bir amacıda buydu; değişik kültürlerde yaşayan Müslümanlar birbirleri ile tanışıp kaynaşmasıydı.
Anladığım kadarıyla namaz sonrası Hz. Peygamber( S.A.V)’i ziyaret edeceklerdi. Hocayı fazla yormamak için “İzni hi” diyerek, elini öpüp ayrılmak istedim. Yine mani olarak, elimi bırakmadan diğer elini omzumun üstüne koyup gözlerimin içine bakarak fasih ve edebi Arapçasıyla Osmanlıları ve Türkleri öven birkaç cümle söyledi; anladığım kadarıyla, “Müs-lümanlar arasında birlik ve beraberliği nasıl Osmanlı sağladıysa şimdide bu ittifakı sağla-yabilecek ülkenin Türkiye olduğunu” söylüyordu. Oldukça heyecanlanmış ve duygulan-mıştım; yardımcı söylediklerini İngilizceye tercüme etmeye kalkışınca anladığımı söyleyip, O’nunla da tokalaşarak “bi Emanillah/ Allah(C.C)’a emanet” dileyerek ayrıldım. Ayrılırken yaşlı zat elini kaldırarak Türkiye’deki Müslümanlara selam gönderdi.
Otele dönerken tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Necip Fazıl’ın dizeleri aklıma geldi: “ Eyvah eyvah Sakaryam sana mı düştü bu yük ,/ Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük / Ne ağır imtihandır başındaki ağır yük./ Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya…” Evet, oldukça zor ve çetin bir imtihandaydı, ancak Sakarya bu yükü taşımak zorunda kalabilirdi...
Yatsı namazından sonra eşimle Hz. Resulullah(S.A.V.)’ın Türbesinin karşısında bir direğin altında oturarak Salavat okumaya başladığımızda görevliler başımız dikilerek, daha önce bildiğimiz teraneleri yeniden tekrarladılar. Bizde kalkarak bir arkadaki şemsiye direğin altına geçtik. Çok geçmeden oraya da gelerek, “eşimin kadınlar bölümüne gitmesini” istediler. Oradan da kalkarak en son şemsiye direğinin altına geçtiğimizde de daha rahatsız etmezler diye düşündüm. Çünkü orası bant gererek çizdikleri sınırın dışıydı. Fakat boşuna ümitlen-mişim çok geçmeden bir başka motorize ekip gelerek oradan da kakmamızı istedi. Artık sabrım son noktaya gelmişti. Bildiğim Arapçayla yaptıklarının yanlış olduğunu söylemeye çalıştımsa da ezberlerini devam ettirdiler. Ayağa kalktım biraz sertçe ve Türkçe “bu hanım benim eşim, gece gündüz beraberiz, ibadetlerimizi de beraber yaparız, burada da namaz kılmıyor, salavat okuyoruz, hangi hakla bizi birbirimizden ayırmak” istiyorsunuz dedim. İkna olmadıklarını görünce bizden bir direk öne çektikleri bandı göstererek “çizdiğiniz sınırları dışına çıktık daha nereye gidelim?“ dedim. Söylediklerimden bir şey anlayıp anlamadıklarını bilemiyorum. Ancak kararlı kesin ifadeler ve vücut dilimle gerekli mesajı vermiş olmalıyım ki, ayrılarak gittiler ve bir daha da geri gelmediler. Sabır ve sebatın her problemin üstesinden geldiğini bir kere daha görmüştüm.
Ayrılmak üzere ayağa kalktığımızda Yeşil Kubbenin büyüyüp gök kubbeye dönüşerek, tüm İslam Alemini kapladığını hayal ettim. O an” Sakarya Türküsünün” son mısraları da bir ırmak gibi hafızamdan dilime dökülmeye başladı. “Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz. / Sen kıvrıl ben gideyim son Peygamber kılavuz./ Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya.”
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.