OKUMANIN ELEŞTİREL BOYUTU
1.
Düşünceyi diyalektik işleyişi içinde çoğaltanlar için okumak, eleştirel
boyutuyla bir zihinsel eylemdir. Okuma faaliyetini, fonetik/görsel yanından
farklı düzeyde ve düzlemde algılamak gerektiğini hemen söyleyeyim. Bu
zaviyeden bir yaklaşımla okuma çabası ciddi düşünmeye bağlı olarak eleştiri
gücüyle anlamını ve amacını bulacaktır. Denebilir ki okumak, saltık manada
öncelenecek düşünmenin, duyarlığın aracılığını yapmaktadır. Düşünce ve
duyarlığın önü açıldıkça okuma daha zengin anlam(a) ortamıyla değer
kazanacak, okumanın önemsendiği oranda da zihinsel salınım artacak. Hareket
ve etkisini birbirlerinin işlerliğinden alan çift yönlü etkilenim. Bu tarz
etkilenim son tahlilde eleştiri gücünü ortaya çıkarır. Doğallıkla estetik,
düşünsel, sanatsal eleştiri ve yapı gücüdür ortaya çıkan.
Her okumayı eleştiri boyutuyla sürdüren bilinçli okur ayrımına varmasa da
okumanın anlamı, niteliği, önemi, amacı üzerine kendiliğinden yoğunlaşır.
Durağan olmayan düşünme tarzı hakikat ya da mükemmellik (tamlık) için zihin
planında son şema kabul etmeyeceğinden, başka olabilirlikler üzerinde
düşünür kendiliğinden. İzafi düzlemde kaçınılmaz olarak uyanan kuşku
düşünceyi eleştiriye doğru kışkırtır. Böylece sadece düşüncelerin eksik
yanları değil, her türlü düşünsel/sanatsal etkinin ve ürünün getirdiği
yenilikler, derinlemesine tartışmaya açılmış olur.
Geniş anlamıyla eleştiride gözetilen amaç; insanın tinsel derinliğini de
içine alan zihinsel gücün canlı tutulmasıdır. Düşünceyi her an canlı, diri
tutmak; gittikçe zenginleşen çeşitlilik içinde, daha geniş, daha derin
ufuklara açılımlarla, her alanda, her zamanda ilerlemeyi mümkün kılacaktır.
‘Geri kalmışlık’ düşünsel normlarla ifade edilecek, anlaşılacaksa; eleştiri
mekanizmasını, geleneğimizde olduğu şekliyle tenkid müessesesini inkıtaya
uğratmak şeklinde anlaşılabilir. İnsan zihninin belirleme alanına bırakılmış
hususlardaki tasavvur ve kanaatlerin değişmez doğrular olarak anlaşılması
yani eleştirinin rahat, açık ortam bulamaması giderek skolastik dünyanın
kapısını aralar. Çok geçmez önü tıkanan düşünce dural yapısı içinde körelir,
giderek yok olur. Bu yok oluşun değişik dozları türleri olabilir. Düşüncenin
özgür kılınmadığı devir ve toplumların bu karanlığa mahkûm olmaları
determiniteye aykırı düşmeyen bir son(uç), bir kötü yazgıdır. Bu karanlığa
giren insan da, cemaat de ölgünleşir, kişilik ve düşünce olarak ölür.
Okumanın eleştiri boyutu çevresinde bu karanlığı biraz olsun irdelemeye,
aydınlatmaya çalışacağım.
Kimileyin hatta çoğu zaman kendiliğinden bir eleştiri yaparız. Yaptığımız
eleştirinin ayrımında bile olmayabiliriz. Bana kalırsa ‘beğendim’ ya da
‘beğenmedim’ derken, ‘iyi’, ‘kötü’, ‘hoş’, ‘güzel’ gibi kanaat belirtmelerle
değerlendirme yaparken dar anlamda belki, ama sanatsal anlamda bir eleştiri
yapmış sayılmayız.(1) Ancak ‘eleştiri’ kavramıyla kastettiğimiz zihinsel
faaliyet bu dışa vurulan ön kanaatlerdeki gibi refleks özelliği ağır basan
tepkiler değildir. Eserle kurulan ilişkinin estetik boyutu içeren düşünsel
yansımasıdır. Esasen hem yazar hem okur için bir yapıttan duyulacak haz
belirgin bir anlam alanına girmek, orada kendimizi hapsetmek yerine sağlıklı
ilişkiler kurularak sağlanabilir. Gündelik yaşantımızda sürdürdüğümüz
birebir ilişkilerin farklı duyarlıkları ortadan kaldırmadığı bilakis o
farklılıklarla zenginleştiği gibi. Sanıyorum Alain’di, “ İyi yazarları
anlamaya çabalamaktan çok, söyledikleriyle içli dışlı olmaya çalışmalı”
diyordu. Montaiğne “Kitapla kurduğumuz ilişki daha sağlam, daha çok
bizimdir”(2) derken bu tarz ilişkiden de söz ediyor olmalıydı.
Kuşkusuz bir yapıtın bizde olumlu ya da olumsuz iz düşümleri eleştiri
kapsamındadır. Ne ki iyi bir eleştiri, bilgi bilinç ve belli bir düzen
gerektirir. Verdiğimiz tepkiler bilgisel ve bilince dayalı niteliklerden
yoksunsa, muhtemelen fevri ve nefse dayalıdır. ‘kötü’ değerlendirmesinin
nedensel açıklaması sadece ‘hoşuma gitmedi’ olmamalı… benzer tavırla ‘iyi’
diye karar verilen bir eserde, bizim o yargıya varmamızı sağlamış
dinamikler, unsurlar, tatmin edici tarzda açıklanmalıdır. İşte o zaman
eleştiri oluşacak/gerçekleşecektir. Bu tarz değerlendirmeler bilgi ve
bilinçten beslenen yorumlamaya dayanır. O nedenle sağlıklı okumak,
eleştirmek, eleştiri faaliyetini sürdürmekle mümkün olabilir.
İyi ama o zaman da kitabın, en geniş anlamda yazılı metnin hatta sanat
yapıtının anlamı alılmayıcının birikim ve yorum gücüne göre değişmez mi?
Bilhassa sanat yapıtı için söz konusu edilebilecek bu anlamsal sınırsızlık
ve çokluk metinle okur, metinle yazar arasında nasıl oluşur? Okurun
anlayışı ile biçimlenecek böyle bir alan bir yapıt için nasıl sonuçlar
verecektir? Bu alanda anlamsal ilişkiye nasıl girilecektir?
Bir tek kitap, bir tek yazı; okuyanlarca zihne, algıya hitap ettiğinden
okuyanlar sayısınca çoğalan anlama(ya) ulaşır. Burada sanat eserinin;
bilimin bütünüyle, felsefenin kısmen kapalı olan dilinden ayrı bir anlam
alanının olduğu özellikle bilinmelidir. Sözünü ettiğimiz/edeceğimiz anlam ve
algı çokluğu şiir ve resim gibi sanatın daha gizemli türlerinde fazlasıyla
gözlenir. Aynı şiire her okur ayrı anlamlar ve çağrışımlarla ulaşıyorsa, bu
sadece sanatın anlam alanının esnek olmasından kaynaklanmaz. Bir metni aynı
anda iki ayrı okur üstelik birbirlerinden çok farklı edinimlerle okuyorlarsa
bu durumda ortaya çıkan çıplak gerçek, aynı metnin değer ve birikimlerini
birbirinden farklı iki okur (alılmayıcı) tarafından yorumlandığıdır. Benzer
bir deyişle okurlar metinle kendi eğilimlerini, önceliklerini bulmak
istemektedirler. Şöyle de söylenebilir; okur metni düşüncelerinin denetimine
alarak, orada kendi birikimlerine mal etme çabasıyla yeni bir düzenlemeye
gitmiş, adeta metin yeniden yazılmıştır.
Peki bu okur iyi, ideal bir okur mudur?
Böyle bir okumanın eleştiri boyutu var mıdır gerçekten? Bence hayır.
Kuşkusuz her bir eser eleştirel bir gözle okunmalıdır. Ancak kutsal metinler
karşısında sorgulamayan bir teslimiyet içinde olunur. Bu durumda bile anlama
ve kavrama bağlamında fikri gayret sonuna kadar sürdürülür. Bu özel alanın
dışında her hangi bir yapıtı okurken, sanıyorum çağımızda saplantıya dönüşen
kimi ön yargılarımız metinle veya yazarla doğrusal ve dolaysız bağlantı
kurmamızı engelliyor. İşte bu engellemeler sebebi ile alan, ton ve mahiyet
bakımından yazılı metnin anlamı her okurda farklılık gösteriyor.
Eleştiri kuramlarını genelde alımlayıcıya, buradaki özel anlamı ile okura
göre geliştiren ‘Alımlayıcılar’a göre bir yazılı metnin artistik ve estetik
ya da yazar ve okur olmak üzere iki kutbu vardır. Metnin anlamı bu iki
kutbun ilişkisi ile doğar. Okur yazarın bıraktığı boş ve belirsiz alanları
bilmeden veya bilinçli olarak doldurur. Yazar her şeyi tüm açıklığı ile
verirse okura yapacak bir şey kalmaz. Tersten okurun metne kendince bir
anlam vermesi imkânsızlaştırılacak kadar kapalı bir yapı ortaya konursa bu
tarzda okuru sıkar, iter, umutsuzluğa kaptırır. Bir eserin bir tek anlamı
olamaz. Burada eserin tek doğru yorumunun olmayacağı yani bir çok doğrunun
olacağı sonucuna varılabilir. Öznellik başı boşluk değildir.(3) Burada
izlenimci eleştiriye yakın bir çizgi sezinleniyor olabilir. Ancak izlenimci
eleştiricilerin bir yapıtı kendilerinden söz etme aracı olarak kullanmaya
varan tarzları(4) temelli bir fark olarak açıkça görülebilir. Şimdi önümüzde
‘anlam’ , ‘anlama’ , ‘alımlama’ ,’yorum’ , ‘metin’ , ‘açık yapıt’ gibi ilk
tahlilde biraz açılır gibi olan, sonra tekrar içlerine kapanan kavramlar
oluştu kendinden(5) Ben bu kavramların yanıtını bir istikamete yönelerek
okumanın nedenselliği, niçinselliği çevresinde aramaya çalışacağım. Bu tarzı
seçerken alttan alta bir amaç gütmüyor değilim. O da; konuyu zihinsel
spekülasyonun sıkıcı gelebilecek havasından birazcık olsun kurtarıp,
gerekirse gündelik yaşantımızdan pratik örneklemelerle daha ayakları yere
basan kritikler, üstü kapalı da olsa öneriler yapma isteğidir.
Öyleyse demir baş sorumuzu sorabiliriz: İnsan niçin okur? Ben niçin okurum?
Kendi düşüncelerime, açık yüreklilikle göremesem ifade edemesem de çokluk
tutkulardan basit heyecanlardan öte gidemeyen düşünsel sayıltılarıma destek
bulmak için mi? Düşlerimize gerçek zeminler aramak için mi okuruz? Nerdeyse
koyu bir şartlanmayla aydınlık sandığım kendi karanlığımı çoğaltmak için mi?
Kendi düşüncelerimi mi okumak istiyorum her bir metinle? Her yazarda
kendimi mi bulmak istiyorum? Eğer böyleyse sağlıklı bir okuma mıdır bu? Daha
doğrusu bu etkinlik okumak mıdır? Basit gibi gözüken bu soruların altı
eşelenince çok büyük handikaplarımız çıkacaktır karşımıza. Sanrılarımız,
esrik yanlarımız, travmalarımız büyüye büyüye tıkayacak yolumuzu belki.
İçinde sükûn bulduğumuz yapının üzerimize çökmesinden duyduğumuz korkunun
gerçekten kendimize ulaşmaktan, kendimizle buluşmaktan korkmak olduğunu
anlayacağız. Bu hakikat yanılsamasıyla kendimi zihinsel tembelliğin küflü
zindanına mahkûm etmektense yanlış sayılabilecek özgür zihnin aydınlığına
terk ederim. Buluştuğum hakikatin mutlaka özel, kişisel bir anısı, anlamsal
boyutu olmalı ki o hakikate iç rahatlığı ile ‘benim’ diyebileyim.
Kendini aldatarak, bastırarak, erteleyerek, bekleterek; hakikate daha çok da
telkin yoluyla ulaşıyorsam; edilgen, pasif bir zihnin ölgün alanında
kıymetsiz doğruları kıymetsiz yanlışlarla eşitlenmiş bir insan olma
zavallılığına düşmüşüm demektir.
Düşüncemi ölgünleştirerek, zihnimi tembelleştirerek, kişiliğimi bir başka
kişinin ya da grubun idare ve iradesinde yok ederek hangi hakikatin sahibi
olabilirim? İçinde akıl teriniz olmayan doğrulara hiç mi hiç itibar etmem ve
fakat bana içinde düşünsel çabanız olan yanlışlarınızla gelseniz bile saygı
duyarım. Yanlış yolun önemsiz doğrularına itibar etmeyişimizle, doğru yolun
yanlışlarına saygı duyuşumuzun okumayla yakın ilişkileri var kuşkusuz.
Araştırılarak varılan yanlış doğru yola hizmet edebilir. Fıkıh tarihimiz
içinde her türlü fikri çaba gösterildikten sonra müctehitlerin isabet
etmemesi durumunda bile ecir kazanmaları, diğer yandan kimi görüşlere göre
taklidî yapılan ibadetlerin bile makbul sayılmayacağı yönündeki bir yığın
anektod ve kayıtlar gerçekten manidardır.(6) Her okuduğum kitapta kendi
düşüncelerimi bulmak isteyişimle, hangi kitap olursa olsun yeni şeyler bulma
çabam köklü farklar içerir. Birincisiyle kendimi aşamayışım, fikri
sabitliğim söz konusuyken ikincisinde açık zihnimin özgür işleyişi vardır.
Birinci durumda önceden belirlenmiş doğrularım mevcuttur. Çoğu zaman
ayrımında olmaksızın bu doğruları nefsimle, zaaflarımla, alışkanlıklarımla
özdeştirmişimdir. Alışkanlıklarımla büyüyen koşullanmalarımın düşünce
sanrısıyla öne çıkması mümkün olabilir. Bu durumlarda okunan kitaplarda yeni
şeyler bulma imkânı olmaz. Okur dönüp dolanıp gene kendini okur. Kendi
matrisinin dışına çıkmaz/çıkamaz. Hem buna ne gerek var ki, mesele doğrulara
ulaşmak ise o zaten kendinde vardır. Kendi düşünceleri doğrudur. Daha net
bir söyleyişle doğru ancak kendi söyledikleridir. Sorular bilgini de odur
cevaplar bilgini de. İlmin, hakikatin anahtarı kendisindedir. Düşünmenin,
bilmenin kendiliğinden (apriori) bir oluşum süreci vardır onda. İzlenimlerim
göstermiştir ki, bireysel ve öznel karakteriyle değeri olmayanlar,
kişiliğini bağlı olduğu bir cemaat içinde yok etmiş, başka bir söyleyişle
ürperten bir bağlılıkla içinde bulunduğu cemaatin koşullandırdığı genel
tiplemeye uyum sağlamış insanlardır. Onların, bizatihi değer ve doğrular
zatlarıyla kaim olduğundan; başka arayışa, farklı zihinsel çabaya, fikri
cehte gerek kalmamıştır. Değerleri kendilerinden menkul bu insanlar
tehlikeli bir tablo ortaya korlar. Derecelerine göre narsisizmden,
megalomanyak ve paranoyaya kadar geniş bir tablo içinde yer alırlar. Gerçek
anlamda zihinsel, ruhsal marazları; bununla bağlantılı olarak varoluşsal
sapma anlamında problemleri vardır. Gerçek kapalılık, dar kafalılık, yozluk
budur işte. Böyle bir yobazlığın ne belli bir ideolojisi ne belli bir dini
vardır. Söylemleri birbirinden ayrı gözükse de cahillikleri onları aynı
çizgide birleştirir. Çevrenize şöyle bir bakının; sağcı, solcu, milliyetçi,
müslüman bir çok insan görürsünüz bu tiplere örneklik eden. Statükocudurlar.
Skolastiktirler. Skolastik Müslüman, skolastik sosyalist, skolastik sağcı
v.s. Sizin kafanızı karıştıran nice soru(n)lar onlar için bir çırpıda
çözülecek basitlikte konulardır. Dar düşünmenin ya da düşün(e)memenin
sınırlı mekânında dışarıya ait çok şey bilmemenin aldatıcı, yanıltıcı
genişliği içinde ne kadar mutlular ya Rabbim!.. Eğer bildiği oranda ve
yoğunlukta cahilliğini idrak ediyorsa insan, cahilliği oranında bildiğini
sanabiliyor ne yazık ki.
İşte onun için bilmediğini bilmeli insan. İşte onun için bilmediğini bilmez
insan. İşte onun için tüm kitaplarda kendi bildiklerini okurlar. Ve işte
onun için bir kitap, -bildiğim kadarıyla ilk kez Umberto Eco’nun
kavramsallaştırmasıyla- ‘açık yapıt’ olsa da, kapalı okur için açık
değildir. Esasen Filloux ile Carloni’nin haklı olarak tespit ettikleri
gibi(7) kendi cehaleti suratına çarpılsa da ‘okudukça rahatlayacaklarına,
umutlanacaklarına kaygıya kapılan’, korkan bu tipler aslında ‘okur’
olamazlar. Okur olmak açık olmayı gerektirir. Ön kabullerden, ön
koşullardan, kendi engelimizden sıyrılarak zihnimizi düşüncenin kesafet
kazanacağı açık alanlara salmalı. Metnin alanına. Orada yazarla tanışma,
ilişki kurma gerçekleştirilmelidir ilkin. Evet sadece bir yönseme ile ilişki
kurmadır bu. Öncelikle okumanın bir teslim alma ya da teslim olma olmadığını
yazar da okur da bilmelidir. Kim bilir belki de sonu tefessühe vardırılan
kaygıların kaynaklandığı nokta burasıdır. “Sanat eseri sanatçıyı olduğu gibi
değil, olduğu kadarıyla değil oluşa yönelişiyle, olma yönünde bir istikamet
tutuşuyla bize açar. Sanatçının açtığı bizim için de bir açılım olduğu
zaman, sanatçıyı açan şey bizi de açtığı zaman eserle bağlantı kurarız.”(8)
Sadece bağlantı. Ama bunu önemsemek gerekir. Bazen hakikati bulma yönündeki
macera insanın yüreğini oynatır. Varlığını sarsar. Sürek boyunca neyle
karşılaşılacağının bilinmediği bir serüven… Düşünmek anlamındaki okumalar
böyle bir serüvene benzer. Sonunda Amerika keşfedilecektir ama o binbir
zorluğu, bunaltıcı zorluğu göze almak gerekir. Hangi cesur yürek yapabilir
bunu? Kendi var oluş gerçekliğine, özgür kişiliğine kendi küllerini
savurarak varacak hangi babayiğit? Bana göre gerçek anlamda okur olmak,
seçilen metinden yola çıkarak insanın kendi toz dumanı içinde kendini
unutuşlar, sorgulamalar, kendini ihmaller, sevmeler, incitmeler, özlemeler
arasında arama çabasıdır. Sözünü ettiğimiz ‘ilişki’ ya da ‘bağlantı’nın
okuru önceden bilinmesi zor bir anlam etrafında gelişen hareketliliğin
merkezinde tutmak gibi bir mahiyeti vardır. Benim için böyle en azından.
Sonuçta oyun gibi de sürdürsek bilinç altında sakladığımız okumadaki
amacımız, gerçeğe uzak düşmemektir. Gerçeğe doğrusal, öznel, dolayısıyla
eleştirel katılımımız ve katkımızdır. Okumak, zihinsel mekanizmamızın
gerçekle daha yakın, daha dolaysız ilişki kurmasıdır. Denebilir ki, okumak
düşünce ateşimizi alevlendirmiyorsa amacına ulaşmamıştır. Açık okur bu ateşe
benzinle gider. (Yanacak kendi varlığıdır. Olsun. Yeniden yapılacak olan
yine kendi varlığıdır çünkü. Yıkıla yıkıla yükselmenin, yenilene yenilene
var olmanın müthiş heyecanını duyamayan, düşünemeyenler dar, kapalı, köhne
yapıları içinde hazin mutluluklarını sürdüredursunlar. Tam bir trajedi; fark
edilmeyen hüzünlerle bilincine varılamamış cılız mutluluklar yaşamak.
Yaşamak denirse.) Açık okur zaaflarını öne çıkarmaz. Adeta hazine
arayıcısıdır O. Kendi karanlığı, kendi sırları, yıkıntıları arasında
zenginlikler arar bulur. Çılgınca bir buluştur bu ve o zenginlik
kendisinindir yine. Evet her okuma böyle bir arayıştır. Okunan her kitapta
bulunacak yeni şeyler vardır her zaman. Kitap eski olsa da değişmez bu.
Sürekli canlı, süreli diri kalmış zihinsel aktivite, kendine özgü yorum ve
anlama tarzı, kavrama gücüyle yenilikler çıkarma ve çoğaltma ustalığını
gösterir.
2.
Bir yazılı metnin (ya da sanat eserinin) anlam değişkenlerini belirleyen bir
çok faktör vardır. Biz burada biri doğrudan, diğeri dolaylı iki faktörü
belirtmekle yetineceğiz.
1-Okur ve yazarın spesifik durumları,
2-Zaman ve mekâna bağlı olarak değişen çevresel koşullar.
Her iki faktörün de öznel ve nesnel niteliklerini kültürel bir ortak paydada
ifade edebiliriz aslında. Yani en geniş anlamda kültürel birikimler
bağlamında öznel ve izlenime dayalı algılar, imgeler ve çağrışımlar;
düşünceye, duyarlığa ait edimlerin matrisini de değiştiriyor. Her bireyin
estetik yaşantısına göre çağrışımı değişecek sanat yapıtları bir yana, kimi
kapalı (veya anlamı açık) kitap hatta söyleşiler için de geçerlidir bu.
Olaya yazarın ve okurun spesifik durumlarından bakalım. Yazar çok kapsamlı,
birikimli olabilir. Eğer okur sığsa istenen anlam akışı sağlanamayacak
muhtemelen ters ve yanlış anlamalar ortaya çıkacaktır. Tersi de olabilir.
Yazarı düzey olarak okurun gerisinde düşünelim bu kez de; eğer kitabın
kapatılması yolu seçilmemişse, okur en basit ifadelerden bile yazarın
kastını fazlasıyla aşan belki hiç ilgisi olmayan çok çeşitli anlamlar
çoğaltabilecektir. Söylemeye gerek bile yok ki, ideal olan, yazarın ve
okurun zihinsel frekanslarının, yönelişlerinin uyuşması, örtüşmesidir.
Buradan yazarın ve okurun birbirinin yansıması olması gerektiği sonucu
çıkarılmamalı. Öncelikle düşünsel arayışlar noktasında samimi, ciddi
zihinsel çabaların tetabukudur önemli olan. Yoksa yazar okura okur yazara
kendini onaylatma gayretlerine girerse orada hangi anlam çoğalacak,
gelişecektir? Yazılı metin yazarla okur arasında belli bir anlam ya da
duyarlık dayatma aracı gibi görülmemelidir. Berna Moran bu gerçeği biraz da
yumuşatarak, başka bir açılımla çok net belirler: “Okur sanatçının
yaşantısını aynen duyar demek yanlıştır; bir kısmını duyar olsa olsa. İkinci
bir nokta: sanatçının dile getirdiği duygu ile okuyucuda uyandırdığı duygu
bazen çok başka olamaz mı?”(9) Bizim cevabımız açık, elbette olabilir. Bizce
asıl o zaman sanat eserindeki mana, imgeler, anılar ve çağrışım bolluğuyla
çoğalır zenginleşir. Bu bağlamda yazar düşünü okurla birlikte kurmalıdır.
Yazmak ve okumak bir anlamı birlikte kurmanın, paylaşmanın, çıkılan ortak
yürüyüşte aynı heyecanı duymanın benzer iki eylemi şeklinde anlaşılmalıdır.
“Kimi yazarlar vardır, onların yapıtlarını okurken, sürekli zihniniz
çalışır” diyor Anday. “Kapılıp gitmenizi değil, üzerinde dura dura okumanızı
ister sizden. Okumanın da yapıta bir şeyler katmak olduğunu, okur olmadan
çabanız olmadan içeriğini size açmayacağını durmadan size hatırlatır.”(10)
Eco’nun ‘Açık Yapıt’ını bilimsel bir anlatıma uygun tarzda yani anlam
sınırları kesin hatlarla ve başka anlamlara elverişli olmayacak bir tanımla
anlamaya çalışmamalıdır. Hilmi Yavuz bu kavramı irdelerken “Okura belli bir
yorum kabul ettirmeye çalışmayan yapıt” olduğunu söyler; “kısaca, bitmiş
kesin bildiriler, önceden belirlenmiş formlar içermiyor ‘açık yapıt’”(11)
Başka bir özlü yaklaşımı da Tunalı’da buluruz; “Klasik yapıtlarda olduğu
gibi sanatçının organizasyonuyla eserle sıkı sıkıya belirlenmiş anlam yerine
okurun (ya da tüketicinin) alımlamasını önemseyen /önceleyen yapıttır”
der.(12) Tunalı’nın devamla üzerinde durduğu gibi bir sanat yapıtı bin türlü
yorumlanabilir ve onun tekrarlanması olanaksız olan ‘bir doğallığı’ da
bundan etkilenmez. İyi bir sanat yapıtının yorumlamaya, her defasında
alılmlamacı tarafından yeniden yorumlamaya elverişli dil ve ifadenin olması
gerektiği, rahatlıkla söylenebilir. Nejat Bozkurt ‘Eleştiri ve
Aydınlanma’sında konuyu güzel örnekler: Beethoven’ın 9. senfonisi ya da
Ravel’in Bolero’su binlerce kez seslendirilip dinlenmelerine karşılık daha
pek çok kez yorumlanmaya açık kalacak olan sanat yapıtlarıdır. Yine bir
Yunus Emre, bir Mevlâna Celaleddin, bir Dante, bir Goethe’nin şiirleri, bir
Leonardo da Vinci, bir Picasso, bir Monrdian ve bir Klee’nin resimleri için
de aynı şeyi söyleyebiliriz. Oysa Galileo Galilei’nin düşünme, Nevton’un
evrensel çekim, Einstein’in maddenin ve enerjinin denkliği kanunları bir
bilim yasası olarak kanıtlandıktan sonra bir daha yorumlanmaya gerek
görülmeyen konulardır.”(13)
Bir sanat yapıtının bilimsel yasa ( ya da eser) gibi belirgin anlam alanının
olmayışı onun eksik yanı değil tersine derinliği, zenginliğidir. Bu derinlik
yazar ve okur için özgür düşünceden çıktığı gibi dönüp tekrar özgür
düşünceyi besler. En iyi, şiir okumalarında görürüz bunu. “Bir şiir her
okunuşunda ayrı bir etki yaratır, bu bakımdan son derece subjektiftir. O
bizim ruhi durumumuz ve kendi hazırlığımızla renklenmiştir. Her okuyucunun
öğrenimi, kişiliği, devrinin genel kültür ortamı, yine her okuyucunun
önceden edindiği dini, felsefi ve tamamıyla teknik bilgiler şiir okuduğu
anda dıştan katkıda bulunurlar. Bir kimsenin bir şiiri her okuyuşunda epeyce
farklılıklar meydana gelir. Çünkü bu arada ya o kimse zihnen olgunlaşmış ya
da yorgunluk, endişe yahut dikkatinin dağılması gibi kısa süreli
değişikliklerin etkisindedir. Böylece bir şiirin her okunuşu ona bir şeyler
ekler ve de ondan bir şeyler eksiltir. Şiirin okuyucu üzerindeki etkisi
hiçbir zaman sadece şiire bağlı kalmaz. Çünkü iyi bir okuyucu, her okuyuşta
bir şiirde evvelce bulamadığı yeni unsurlar bulacaktır. Şiir kültürü az veya
hiç olmayan okuyucunun ne kadar bozuk ve sathi olacağını belirtmeye gerek
yoktur.”(14)
Okunduğunda öznenin dağarını kendiliğinden harekete geçiren sanatsal metnin
yapısal özelliklerini daha iyi anlamak için “karmaşık çok boyut ve yönlü bir
bünye; sınırları kolay kolay belirlenemeyen bir iç süreç ile, sınırları
kolay kolay indirgenemeyen bir dış sürecin ortaklaşa uzamı” olduğunu
kavramak gerekir ilkin. Enis Batur bu tespiti yaptıktan sonra devam eder:
Belli bir tarih/coğrafya kesitinde, belli bir dil ve türde, bu koşulların
yoğurduğu bir özellik potasında gerçekleşmiş; aynı durumu, bambaşka bir
bağlamda taşıyan bir başka öznellik potasında, okurunkinde yeniden üretime
geçmektedir. Bu açıdan bakarak, bir yazın yapıtını ‘bir’ anlamın çevresinde
örgütlemek olası mıdır?”(15)
Her okuma faaliyetinde okurun düş gücünün, algı gücünün, anılarının,
yaşantısının nekreli de olsa bir anlam örgüsü etrafında çeşitli yorum
kombinezonlarına yönelmesinin daha ileri düzeyde ifadesi eleştiridir.
Üstelik bu çıkış noktasından başlayan eleştiri sadece yapıta değil asıl
insana, işlek, sarıcı bir yolla insanın kendisine yöneldiğinden ruhun
tezyinatı açısından son derece yararlı olur.
Eleştiriden çekinmemelidir. Her ne gerekçeyle olursa olsun ürkmemelidir.
Eleştiri sanatçının, aydının vazgeçilmez sorumluluğudur. Okurun aklını
uyuşturmak yerine dimağını uyandırma yolunu seçen yazar eleştiri yapma
konumundadır. Aynı şekilde kitabı uyuşturucu bir ilaç gibi görmemelidir
okur. Diri ve canlı tuttuğu zihni ile kolay teslim olmamalı ölçmeli,
değerlendirmeli, tartışmalıdır kendi içinde. Bu eleştirel tutum da gerçek
okurun sorumluluğundadır ancak o zaman kitabı kendisine mal edebilir. Ancak
o zaman yazarla sahici bir paylaşımdan söz edebilir, kişiliğini kazanabilir.
Evet kitap insanın özgürlüğünü ve kişiliğini kazanmasında yardımcı olmalı.
Burada esas vurgu okurun özgün ve özgür düşüncesine yapılmaktadır. Eğer bu
gün insanların çoğu okudukları yapıtlarla kişiliklerini, özgürlüklerini
yitiriyorlarsa; hata, sakat okuma yöntemlerinde de aranmalıdır.
3.
kitap karşısında konumumuzu onları yakmak ya da yüceltmek gibi çokluk ön
yargılı tavırlarla belirlemişiz ne yazık ki. Sağlıklı ilişkileri eleştirel
düşünce yerine ön yargılı tutumlarla sürdürme imkânı kalmayınca arzu edilen
eyitişim sağlanamamıştır. Ne yapmışız? Ya kimi kitapları dünyamızı
değiştireceği, yıkacağı gibi statükocu bir korkuyla yakmışız ya da tüm
hakikatin tartışılmaz kaynağıymışçasına yüceltmişizdir. Hem bireysel hem
siyasal yönetim bazında böyle anormal böyle yalman ilişki açıkça vardır.
Sadece bizde değil tüm dünyada olmuş bu facia.(16) Yasak ya da tartışmasız
dokunulmaz kitaplar ülkesinde yaşıyoruz. Üstelik bu yargılara kritik
edilerek tartışılarak varılmış değildir maalesef. Bu bağlamda kendi
rönesansını başlat(a)mamış toplum, okumakla kurulu yapının bozulacağından
endişe ediyorsa bu tabloda o toplumun kültürel düşünsel düzeysizliği,
zayıflığı hatta hiçliği vardır. Kendini doğru yolda sayan insan için okumak,
zenginliklerin kapısını aralar. Zorlama gerekçelerini anlamakta
zorlanacağınız fikri sabitlerin içe kapalılıkla kitaplara açılmayı sakıncalı
hatta tehlikeli gören anlayışları ilkel ve gerici bir anlayıştır.
Doğru-yanlış herhangi bir düşünsel etki karşısında donanımsız, birikimsiz
olan yapı, genişliği kendi dar dünyasında nasıl kurabilir? Kuramaz. Ancak
yakar ya da yasaklar. Rejim de yapar bunu insanlar da. Hangi ölçekte olursa
olsun tüm kapalı yapılar hep böylesine Vandallıkların temsilcisi
olmuşlardır. Özgür, eleştirel düşünceyi varlığının ana unsurlarına yönelmiş
tehdit olarak algılayıp, kurulu düzenin sarsılacağı korkusuyla yasaklamayı
çare zanneden sadece siyasi rejimler mi? Aynı kapalılığım egemen olduğu
insan topluluklarına cemaatlere, ideolojik örgütlere bakın; kendi içlerinde
aynı baskıyı aynı sınırlamayı kolaylıkla göreceksiniz. Bu kapalı devre
topluluklarda doğruların bireysel boyutundan ziyade cemaat boyutu
önceliklidir. Düşünsel boyuttan önce bir kişide veya kişiyle (lider,
yönetici) özdeşen, temsil edilen despotik boyutu vardır. Daha açık bir
söyleyişle düşünme yerini telkine ve koşullanmaya bırakmıştır. Cemaat ve
cemaat lideri en doğru düşünmek konumundadır. Bunun için ayrıca bir çaba
sarf etmek gerekmez. Şöyle söylersek daha anlamlı olur: cemaat ve lideri
doğru düşünür, doğru cemaatin ve liderin düşündüğüdür. Üyelerin (birey
değil) ellerine tutuşturulan birkaç kitap hakikatin ta kendisidir.
Okumaktaki kasıt doğruya ulaşmak olduğuna ve zaten doğru kendilerinden
menkul olduğuna göre dışa açılmaya ne gerek vardır? Başka açışlımlar, başka
yönelişler, başka okumalar boştur; gereksiz hatta cemaatin birlik ve
bütünlüğünü bozacak nifak tohumlarını ekeceği endişesiyle tehlikelidir.
Cemaat üyesi ancak belirlenmiş düşünceleri güçlendirmek için okuyabilir,
kanaat beyan edebilir.
Okumanın sağlam zemini eleştiriye açık düşünsel tartışmaları sağladığı
ölçüde değerlendirilmelidir. Kitap koyu ve kaba bir telkin mekanizmasının
aracı olarak görülmemelidir. Kitabı bir emirname bir talimatname gibi
algılamak kitabı da, düşünceyi de son tahlilde insanı da yozlaştırır,
dejenere eder. Düşünceyi öne çıkaran okuma yöntemlerii önemsenmiyorsa orada
kitaptan ve okumaktan söz edilemez. Olsa olsa emirnamelerden,
talimatnamelerden daha yumuşak deyişle ‘okutmalardan söz edilebilir belki.
4.
Bir yazılı metnin anlam çoğalımını ve değişimini belirleyen ikinci faktörünü
zaman ve mekana bağlı çevre olarak zikretmiştik. Zaman adeta ayna, sanki
gizli açık bir yargıç, bir eleştirmen gibidir. Kendine özgü işleyen mantığı
diyalektiği içinde, bazen doğruları bazen doğruların yerini değiştirir. Bu
değişim okur cenahında, algılama/değerlendirme tarzında ortaya çıkar. Zaman
çoğu şeyi yontarak, kimileyin tamamlayarak yeniden biçimlendirir. Doğru mu
değişmektedir, doğrunun şartları mı? Dünün doğrusu ile bugünün doğrusu
farklı ise doğrunun rölatif bir niteliği mi var? Eğer doğrunun göreceli bir
niteliği var ise okurun doğruları saptama niteliği olamayacak mıdır?
Değişen doğrular mıdır? Okurun değerleri ve değerlendirme tarzı mıdır? Belki
yanlışlar değişmektedir? Hangisidir? Hepsidir. Olayı genel bütünlüğü içinde
ayrıntıları birbiri ile ilişkilendirerek düşünmek gerekir. Bu konuyu fazla
tartışmadan doğrunun değişen koşullara göre farklı görünümü ve açılımından
söz etmek daha tutarlı olur. Yani doğru mahiyeti gereği değişmez ancak onun
etrafında dönenen fenomenler, algılar değişir. Önemli olan değişen
görüngülere çakılıp kalmamak özü kavramaktır. Belki doğruyu değil ama bir
yöntem olarak doğru düşünmek daha önemlidir. Her okur doğru düşünme yöntemi
üzerine kafa yormalıdır. ‘Hakikat’ anlamında doğru aklımızın boyunu
aşabilir. Önemli olan yöneliş, arayış içinde olmaktır. Yanlış olan
vardığımız hükümler değil düşünsel arayışı ihmal etmek, terk etmektir. ‘İlla
da hüküm’ diye tutturan zihin geri planda kendini sınırlıyor demektir.
Düşünce sonsuzluğu sınır bilmelidir. Kaldı ki hüküm şartlara tabiidir.
Buradan doğruların değil şartların değiştiğini mi çıkarmalıyız?
Hukuk ya da siyaset tarihi değişen koşullarla doğrunun anlam alanının nasıl
daralıp genişlediğinin sayısız varyasyonlarıyla doludur. Tarz doğru olduktan
sonra tüm anlam ve anlamalar olumlanabilir. Bu çizgi Müslüman alimlerinin
müştereken benimsedikleri bir çizgi olmuştur öteden beri. Tüm fikri çaba
sarf edildikten sonra hasıl olan yanlış bir kanaat dahi olsa sonuç itibari
ile sevap kazanma keyfiyeti doğru düşünmenin, düşüncenin önünü açmanın net
ifadesidir. Düşüncenin önü tıkanır algı ve yargı gücü yitirilirse insan
doğrularının da yararını göremez. Çünkü doğru bilinçle anlamlı olur. Doğru
düşünme yöntemi işte bu açıdan önem ve öncelik arz etmektedir. Bu öncelik
pratikte zihinsel işlerlik kazandığında, koşullara göre değişen doğruları
kimse size dinin değişmez rükünleri gibi dayatamaz. Bilinçli bir okur olarak
siz değişen koşulların doğrusuyla doğrunun değişen koşulları arasındaki
espriyi kavramışsanız o değişmez espriyle her türlü anlamı
çoğaltabilirsiniz. Dün okuduğunuz bir yapıta bu gün başka bir anlam
verebilirsiniz. Ya da doğruları düne de bugüne de uyarlayacak kritere
sahipsiniz demektir.
5.
Okuduğumuz kitabın bizim heyecanımızı, düşüncemizi seslendirmesini istemekte
beşeri temayüllerin payının olduğu bir vakıadır. Okuduğumuz ya da
seyrettiğimiz eserler coşkularımızı, düşlerimizi, düşüncelerimizi
desteklediği, çoğu zaman okşadığı pohpohladığı ölçüde karşılık bulurlar
nezdimizde (‘nefsimizde’ mi demeliydim?). Bu nasıl okumadır böyle?
Olumlamıyor, onaylamıyorum bu yaklaşımı. Hayır biz okumuyor, kapalı dünyamız
içinde, dışımıza, başka iklimlere açılmaktan ürkerek, çekinerek yine
kendimizle avunuyoruz. Habire kapalı dünyamızda dönüp, dönenip duruyoruz.
Kendi tutkumuz, aczimiz, ezincimiz, kendi gizli narsisizmimizle v.s. Bu
tiplere ‘kapalı okur’ tabiri kullanılabilir. Meramımı en iyi bu tabir
anlatıyor. Oysa okumak açılmak, açıklamak, açıklanmak içindir.
‘Kapalı okur’ tipler haliyle kapalı yazarları türetiyor. Farklı şeyler
okumaktan şiddetle kaçınan okur, yeni şeyler düşünmeyen, yazmayan yazarlarla
paylaşıyor vebalini. Bir düşünce, bir anlam üleşme eylemi yerini karşılıklı
yararlanma ve faydacılık mekanizmasına, çıkarcılığa terk ediyor. Bir yandan
da maddeyi önceleyen ve kutsayan mantığıyla kapitalizm, bu yozlaşmaya müsait
zeminler hazırlıyor. Sanatın, düşüncenin, duyarlığın alınıp satılan metaya
dönüşmesiyle okumanın anlam kaybına uğraması şöyle oluyor: Okur yazara “Bak’
diyor adeta, “hoşlanmayacağım şeyler yazma. Eğer yazarsan okumam seni.
Aramız açılır” Düşüncenin pazara düşürülmek, pazarlanmak istendiği günümüzde
biraz da sektörleşmiş yayıncıların baskı ve yönlendirmesiyle yazarlar da bu
durumu kabul etmek zorunda bırakılıyor doğrusu. Olayı daha geniş boyutta
düşünürsek; aydın sapmasının, düşünsel ve sanatsal yozlaşmanın en etkili
anlamda eleştirinin gelişmemesinin nedenleri arasında sayılmalı bu
faktörler. Değil mi ki, daha çok da para imparatorlarının gözetiminde düş ve
düşünce imalathaneleri (gazeteler, dergiler, görsel medya v.s.)
oluşturuluyor. Her türlü sanatsal tasarım, ürün, çaba ve tartışmalar paradan
başka bir şey düşünmeyen pragmatizmin elinde oyuncak olmuştur. Bir sanat
piyasasından, sanat pazarından, sanat borsasından söz edilir olmuştur
bugün.(17) Utanıyorum. Marksist toplumbilimci Antoine Casanova’nın ‘Ücretli
Aydın’ dediği kesim üzerinde kapitalizmin sömürüsü gittikçe artmaktadır.(18)
“Yazar yazar olabilmek için pazarın belli bir bölümünü ele geçirmek, belli
bir oranda satmak zorunda bırakılmaktadır. Koşullandırılan, güdülen tüketici
okur oluşan ya da oluşturulan bu pazarda istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya
çalışacaktır.”(19) Çağcıl-liberalist pazarlama mantığı kitlelerin talepleri
doğrultusunda onların beğeni ve eğilimlerine en uygun motifleri,
motivasyonları geliştirip drajeler, hazır mamüller halinde piyasaya
sürmektedir. Bu düzen içinde yazarın ve okurun konumu nedir? Yazar bu güzel
düşler ve düşünceler mağazasında patronuyla müşterisi arasında bir yerde
tezgâhtarlık yapmaktadır. Müşteri konumundaki okurunun habire sırtını
sıvazlamakta ona iyi, sevecen gözükmeye çalışmaktadır. Müşterinin isteğine
uygun mallar çıkarmaktadır zihninin önceden programlanmış raflarından.
“Okurlarım benden şu konuyu yazmamı istiyorlar”, “Şöyle yazmamı istiyorlar”
Özellikle kimi gazete yazarlarından (bu ‘gazete yazarı’ lâfı da bana bir
tuhaf geliyor nedense) buna benzer ifadeleri zaman zaman siz de
okuyorsunuzdur. Bu ifadelerin spesifik koşulları olabilir bazen ama düşünce
sipariş vermek, sipariş düşünceler üzerine yazmak benim ‘piyasa’ mantığı
içinde düşündüğümde pek kolay anlayamayacağım bir tavırdır. Garantili yazar
olmanın yolları nedir? Yaşar Kaplan Aylık Dergi’nin bir sayısında aynı
başlıkla özeleştiri ağırlıklı bir yazı yayınlamıştı.(20) Orada bir
sanatçı/yazar adayının dilbiliminden, sanata ve her türlü sanatsal ürüne,
tarihe, resme, müziğe hatta seyahatlere varıncaya kadar bir çok şeye önem
vermesi gerektiği vurgulanıyordu. Artık piyasa koşullarının egemen
kılındığı, sanatın icra edilmeyip imal edildiği, bir dönemde Kaplan’ın haklı
özeni, hassasiyeti göstererek kaç kişi ‘garantili yazar’ ya da ‘garantili
sanatçı’ olmuştur bilmiyorum ama bildiğim bir başka üstelik zahmetsiz yol
var ki o da sizin de kolayca anladığınız gibi sermayenin ve okurun gönlünü
hoş etmektir. Onlara ‘siz haklısınız, iyisiniz, doğru yoldasınız’ demek.
Sonuçta zihinler ve kişiler üzerinde yaygın, köklü sömürü ağları örülüyor
farkında mısınız? Şu tarihsel ironiye bakın; güç odakları, kitleler
üzerindeki egemenliklerinde entelijansyaya zihinleri çelme, göz boyama
görevi veriyor. Memleketlerin anlı şanlı entelektüelleri de bu kutsal göreve
önceden teşne vaziyette küresel emperyalizmin istila propagandasında müthiş
misyonlar üstlenmeye can atıyor. Aydınların görevi zayıflatılmış kitlelerin
zihnine enjekte edilen gücün bilgisi karşısına bilginin gücüyle çıkmak değil
midir? Şimdilik bu soruyu sadece sormakla yetinmek durumundayım. Taktir
edilir ki bu konu, üzerinde müstakil olarak kafa yormamız gereken derin,
geniş bir alan içeriyor. Ne bu kitabın konusu ne de sınırlı imkânımız buna
elveriyor.
6.
Okumakla izlemek arasında temelli ayrımlar yapılmalıdır. Edinim bakımından
her iki etkinlik, zihinsel formasyonun etkilenimi itibariyle sanılanın
tersine birbirine benzer ya da yakın değil uzak mahiyetlerdedir. Yazı ve
görüntü karşısında insan zihni aynı alanda konumlanmaz. Her iki olgu zihne
ve düşünceye yönelirken ayrı yollar yöntemler izler. Daha basit bir
söyleyişle görsel olan sözgelimi televizyon karşısında bilgilenme türü ve
tonu, kuşkusuz çok daha soyut olan okuma ve yazmayla elde edilenler
karşısında oldukça zayıf, sönük kalır. Yazılı bir metin karşısındaki
durumumuz hiçbir zaman ekran karşısındaki duruma benzetilmemeli derken
öncelikle olaya eleştiri ve edilgenlik zaviyesinden bakıyorum. Televizyon
zihni atıl bırakırken yazılı metinle edilgen bir tarzla düşünsel ilişki
kurulamaz. Daha açık bir söyleyişle yazılı metin okuru edilgen yapmaz. Zihne
bir aktivite kazandırır. Düşsel, düşünsel bir aktiviteye katılır okur.
Görüntünün eleştiriye fırsat bırakmayan illüzyonuna karşın okur bilinci
sürekli diri ve eleştiri gücüne sahip olmak durumundadır. Görsellik
karşısında seyirci kalınırken, yazı karşısında ifadelerin semantik
derinliğine inmek anlama ulaşmak için düşünmek, kritik etmek zorunluluğu
vardır. (21)
7.
Okuduğum kitabın havasına girmek, yakın beşeri ilişkiler çerçevesinde yazarı
tanımama bağlı değildir. Gerçek yaşamda dost, ahbap olduğum yazarların
kendine özgü ve kendine özel ortamları olmuyor değil. İfadelerin, satırların
arasına, gerisine sinen nüansları o ortamın, o özel paylaşımların desteğiyle
çözüyorum. Tamamen spesifik koşulların, ilişkilerin hazırladığı bir durum
bu. Yazar dostumla aramda var olan müspet ya da menfi ilişkiler metnin
başkalarına gizli olabilecek anlam arkaplanını oluşturuyor benim için. O
anlam beraberinde yazarın metne yansımayan güçlü, zayıf yanlarını da alarak
muhayyileme sızıyor; görülmez, fark edilmez bir biçimde gelip ifadelerin
arkasında bir yere oturuyor. Bazen kaprislerle, bazen yumuşak, bazen de sert
bir oturuş olabiliyor bu yerleşme. Kimi zaman da normal bir okurun
kavrayamayacağı/ kavramadığı bir enginlik, hoşgörü, erdem. Tüm bu adeta sır
olan anıştırmalar, dediğim gibi büyük ölçüde oluşumunda benim de içinde
olduğum genel geçerliliği olmayabilen spesifik koşullar sebebiyledir. Kur’an
ayetlerini sebeb-i nüzulünü, siyak ve sibakıyla okumanın sağlayacağı avantaj
gibi, normal bir okura nazaran daha şanslı bir konuma geldiğinizden daha
geniş iletişim ve bildirişim imkânı içinde oluyorsunuz. Kendiliğinden oluyor
bütün bunlar. Son tahlilde adeta dışa kapalı uyarımlarla, sezdirmelerle
sağlanan bu etkileşim, negatif ve pozitif yönleriyle değerlendirilebilir. Bu
tarz sanatsal iletişim, sanat psikolojisinin çözümlemesi gereken bir konu
öncelikle. Bu tablo iyice gözlemlenmelidir. Tanıdık yazarların yapıtlarını
okumak kuşkusuz ayrı bir tat veriyor insana. Metnin içine daha çok
girersiniz. Başkalarına bilmece olabilecek deyişler, sunuşlar size ayan
beyan olmuştur. Başkalarına kapalı olan yapının bize açık olması psikolojik
bir tatmin mi sağlıyor yoksa? Ya da bir özel’lik, bir ayrıcalık gururu. Bu
konuyu herkes kendi içinde tartışa dursun kendi payıma kimi zaman böyle bir
özelliği, imkânı isteyerek kabul etmedim. Olayın bir de bu yönü var.
Yazarlara rahatlıkla ulaşma imkânım olduğu halde onlarla dostluklarımı hep
kitaplarla kurmaya çalıştım. Ya da yazarın, daha çok da sanatçı yazar
dostların etiyle kanıyla yaşayan kişiliklerini, eserlerine yansıtmama
zorluğunu başarmaya çalıştım. Niçin? Çünkü gerçek yaşamda tanıyıp gördüğünüz
yazarla kitabını okuyarak kafanızda, hayalinizde var ettiğiniz yazar
arasında derin çelişkiler, zıtlıklar olabiliyordu. Çoğunlukla yazarın gerçek
hayattaki gölgesi büyük ölçüde anlamını da karartarak eserin üzerine
düşebilir. Her anlam bir hatırayla varoluyor sanki. Bir örnek vereyim, Sezai
Karakoç üstadı çok severim. Ama benim Karakoç’um bütünüyle kitaplarında
gördüğüm, tanıdığım, yakınlaştığım Karakoç’tur. Ben bu Karakoç’u seviyorum.
Ve onu şahsen tanımanın da sıkıtıntısını çekmedim, çekmiyorum. Özellikle
fakülte yıllarında arkadaşlar ziyarete giderlerdi. Ben de çağırılırdım.
Gitmedim. Bir ara bendeki Karakoç resminin bozulacağından hiç değilse
bulanıklaşacağından endişe ettim. Biliyorum o bulanıklık benim kafamın
içinde oluşacaktı. Tanışacağım Karakoç’un kitaplarındaki yansımalarla
oluşturduğum imajın dışında bir kişilik olması durumunda ne yapardım?
İmajlar çoğu zaman gerçeklerini saf dışı edecek kadar zihinleri baskı
altında tutacak kadar güçlüdürler. Bunları birbirine katmaz karıştırmazdım
olur biterdi. Elbette öyleydi ama yine de saygımın büyüyü bozacak bir anıyla
bozulmasını istemedim. Arkadaşlarımızdan bazıları ziyaret sonrasında düş
kırıklıkları yaşadılar. Yanılıyorlardı. Bana göre iç gerçekliklerini yeteri
kadar sağlam inşa edememelerinin gülünç sonucunu yaşadı onlardan kimileri.
İnsan kim olursa olsun beşeri ilişkilerin dozunu ölçüsünü ayarlamalı ilkin.
Bir yazar insan olmanın dışında bir konumda görülmek istenirse orada
haksızlığın, düş kırıklığının yaşanması doğaldır. Ve orada yazarla okur
sağlıklı ilişkiler kuramazlar. Okur yazarın eserlerindeki gerçek dünyaya
giremez, evhamlarının, abartılarının, düşlerinin, nefretlerinin, ya da sele
dönüşmüş sevgilerinin kucağına gömülür. Yazarla okur arasındaki arkadaşlığa,
kardeşliğe vardırılan ilişkiye-evet sadece ilişki- bu özel, ayrıcalıklı
yanıyla anlamalı. “Hennequin’ in ifadesiyle bir kitabı okurken, bulanık bir
biçimde bağlandıkları düşünceleri burada kusursuz bir dille belirtilmiş
bulup da hazla yitirenler, bu yapıtları yaratmış olan adamın ruhsal
kardeşleridir.” (22) Okur olmakla kardeş olmanın ayrımını iyi yapmalı
diyorum sadece.
Metnin okur için mektup niteliği kazanmansın olumsuz etkilerini de eleştiri
kapsamında irdelemek gerekir. Her okur, yazarla böylesine organik bir
ilişki, organik bir ağ kurmayacağından kimi özel imkânların ayrıcalığından
yoksun kalır. Bir yazın metnini, bir sanat yapıtını bu dar ilişkilerin
belirlediği anlam alanından kurtarmak en genel anlamda insana ve en geniş
anlamda zamana yazmak, insana ve zamana söylemek gerekmektedir. Ya da her
bir yapıtı bizim için özel hazırlanmış gibi düşünerek kimi imtiyazları
anlama(ya) yapacağı olumsuz etki azaltılabilir. O zaman hiç tanımadığınız
bilmediğiniz yazarlarla yatkınlık kurarsınız kendiliğinden. O yazarlarla
sanatçılarla bağlantınızı somut ilişkiler sıcaklığı ve sarıcılığıyla
kurarsınız. Hangi dönemde yaşarsa yaşasın, tıpkı dost ve arkadaş yazarlar
gibi o seçkin kişiler yaşamınıza girer. Ya da siz onların dünyalarına,
çevrelerine girersiniz. Arkadaş, hoca, ağabey gibi olursunuz. O yazarlarla,
o sanatçılarla. Örneğin ben Dostoyevski’yi, Çehov’u bir ağabey bir hoca gibi
gördüm hep. Yadırganmıyorum değil mi? Rilke ile kurduğum yakınlık daha bir
başkaydı. Jack London’la adeta arkadaş gibiyiz. Tüm bunların belli, belirsiz
bir nedeni var elbette. Ne bileyim bir Rodrigo olsun, bir Michelangelo,
Picasso, El Greko, bir Nigâri, Hattat Osman, Fuzûli, Mevlâna, Bir Sinan;
şimdi nereden aklıma doluşuyorlarsa, Kuşeyri, İbn-i Tufeyl, İkbal, Sadi, ne
bileyim Mevdudi belki, belki Kutup, Şeriati, şimdikilerden, yaşayanlardan
Karaoç’u zaten zikrettim. Kutlu, Bulaç, Özel, Kapkıner hepsiyle ayrı
yakınlıklarım var. Bu yakınlıklarımın bilinç altında kurulmasında anılarımın
ve yetişme tarzımın oluşturduğu bir estetik ve algı gücünün, estetik ve algı
tarzının etkisi büyük olmalı elbette. Burada teknik sayılabilecek şu tespiti
yapabiliriz açık bir tespit bu; her okumdaki edinimi değiştirecek,
psikolojik ortam ile, kültürel koşullara bağlı bir çok faktör vardır. Bu
faktörler. Okumanın anlamını yatay ve dikey, olumlu ya da olumsuz
değiştirecek tarzda, oranda çoğalır ve azalır. Bir disiplin olarak sanat
psikolojisi, bu tablonun değişkenlerini, nedenleriyle, niçinleriyle birlikte
araştırır. Ancak biz burada şunu söylemeliyiz. Madem; metinle okur, okurla
ortam arasında yakın ilgi ve etkilenim var, öyleyse hep okumaya
oturduğumuzda bu bütünlüğü sağlamaya çalışılmalı diye düşünüyorum. Çoğu
zaman kitabı açık, kapalı, iyi, kötü, anlaşılmaz, hafif vs kılan bu
koşullardır. Değerli gördüğünüz bir yapıt bir başka okurda menfi kanaatler
uyandırabilir. Bir yönüyle nedeni basit. İnsanlara “al sana kitap oku!”
diyemezsiniz. O insan da alır ve okur. Ama sadece okumuş olur. Hatırlayın,
daha çok da ortaöğretim yallarında ev ödevi okumalarının ne sıkıcı yanı
vardır değil mi? Sayfa sayfa, satır satır okuyor, ama kitabın içine
giremiyordu çoğumuz.
8.
Okumak bir yolculuktur. Uzun keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Önce bir
menzil, bir güzergâh belirlenir. Yola çıkılır. Her adımda her ilerlemede
aşkınız büyür. Heyecanınız artar. Giderek yolu da menzili de unutursunuz.
Sadece yürürsünüz, belki yürüdüğünüzü bile fark etmeden. Nice güzel yerler,
güzel şeyler görürsünüz. Gördüklerinizi, coşkunuza, bilginize katarak
ilerlersiniz. Çehov’un bir iddia üzerine kendisini hücreye kapattıran
idealist genç avukatı gibi kitap sayfalarında tüm dünyayı gezinir, dünyanın
en güzel kızlarına aşık olur, bilgelerle, krallarla, kimileyin yoksullarla,
sefillerle tanış olursunuz. Bilginizi artırarak, düş toplayarak, düşünce
kovalayarak, sezgi gücünü zenginleştirerek bu yolculuk sürer gider. Her
şeyden önce kendi dünyanızdan çıkmışsınızdır. Güzelin bir başka yerde, başka
zamanda, başka biçimde de olacağını anlamışsınızdır. Öyleyse okumayı gereği
üzere başaracak olanlar içlerinde bir yürüyüşe, bir koşuya çıkmış
olanlardır, diyebilir miyiz? Kendilerini ne adına olursa olsun tek bir
duyarlılığa, bir düşünceye, bir anlayışa kısaca bir kalıba sokan orada dona
kalan kimseler gerçek okur olamazlar. Doğrusu yaratılışları gereği,
içlerinde var olan evreni keşfe çıkma cesaretini bile bulamazlar giderek.
Düşünce evreni, kültür iklimi fark edişin estetik boyutunu kavramış bu güzel
insanların çoğaltıp paylaştıkları anlamlarla genişler, zenginleşir.
_________________________
1. Alim Kahraman, Okumaya Giriş, s. 79. Yedi İklim yay. İst. 1988.
2. Montaigne, Denemeler, s. 26. Çev. S. Eyüboğlu. Cem yay. İst. 1987
3. Daha geniş bilgi için bkz. Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,
s. 195-216. Cem yay., 7. Bas. İst.
4. J.C.Carloni-J.C. Filloux. Eleştiri Kuramları, s. 56. Çev. Tahsin Yücel,
Kuzey yay. 1. bas. Ank. 1984
5. Akşit Göktürk’ün Okuma Uğraşı adlı yapıtı (İnklap kitabevi yay. Yazınsal
Metnin Kavranmasında Okur-Metin-Yazar, 3. bas. İst.1988) son kısmında geniş
bir kavram dizini verir. Bu kitabın tamamlayıcısı gibi düşünülebilecek yine
A. Göktürk’ün ‘Sözün Ötesi’ adlı yapıtını (İnklap yay. İst. 1989) konuyla
ilgilenenler için önemli kaynaklar olarak burada anmak istiyorum.
6. Geniş Bilgi için bkz. Abdulcelil İsa, Peygamberimizin içtihatları, s.
149, çev. M. Hilmi Merttürkmen, Abdulvehhab Öztürk, Ank. 1976. M. Ebu Zehra,
Fıkıh Usulü, s. 9-13. Çev. Abdulkadir Şener, Ank. 1981. Ayrıca M. Sait
Çekmegil, İnsanın Yolu İslam, s. 88,89. Sanih yay. Ank. 1979.
7. a.g.e, s. 51
8. İsmet Özel, Valdo Sen Neden Burada Değilsin?, s. 26, Risale yay., İst.
1988
9. B. Moran, a.g.e, s. 104.
10. Melih Cevdet Anday, “Okurda Eleştirel Bir Tepki Uyandırmak İstedim”
Cumhuriyet, 11 Mayıs 1975, alıntılayan; Kemal Özer, Sanatçılarla Konuşmalar,
s. 14, Çağdaş yay. İst. 1979.
11. Hilmi Yavuz, Yazın Üzerine, s. 129, Bağlam yay, İst. 1987. Konuyla
ilgili başka bir yaklaşım için bkz. Enis Batur, “Tahta Troya”, Eleştirel
Araştırmalar, Yazko yay. 1981.
12. İsmail Tunalı, Estetik, s. 209-210. Cem yay. İst. 1984.
13. Nejat Bozkurt, Eleştiri ve Aydınlanma, s. 90. Say yay. İst. 1994.
14. Austın Waren, Rene Wellek, Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 193,194.
çev. A. Edip Uysal, K.T.B yay. Ank 1983.
15. Enis Batur, Estetik Ütopya, s. 76. B/F/S yay. İst. 1987.
16. 1935 yılında Sovyet Rusya Voltaire’in tüm felsefe kitaplarını yasakladı.
Bu tarihten 6 yıl önce de ABD’de Boston Gümrüğü Candidate’in ülkeye
girmesini yasaklamıştı. Yine Kant’ın tüm kitapları 1928’de Rusya’da, 1939’da
Franko İspanya’sında yasaklandı. Hitler Almanya’sında Stefan Zweig, Froud,
Jack London, Hamingway, Thomas Mann, Romargue, Einstain, Upton, Sinclar gibi
yazarların kitapları yakılarak yok edildi. Naziler yenildikten sonra aynı
yöntem almanya’daki Amerikan hükümeti tarafından Hitler, Goebbels, Mussolini
ve Marx için uygulandı. Bu konuda daha geniş bilgi için; Emre Kongar, “Kitap
Üzerine”, Milliyet Sanat, s. 21, Haziran 1981.
17. Selim İleri, “Yeni Bir Edebiyat İçin” s. 2, Milliyet Sanat, Agustos
1981.
18. Antoine Casonova, Aydınlar ve Sınıf Mücadelesi, Bilim yay. İst. 1974.
19. Geniş Bilgi İçin Bakınız, Ahmet Oktay, Yazın İletişim İdeoloji, s.
19,20. Adam yay. 1982.
20. Yaşar Kaplan, “Garantili Yazar olmanın Yolları”, Aylık Dergi, s. 69,70,
Ağustos-Eylül 1984.
21. Necmettin Evci, “Sorma Sus Seyret”, Kelime, s. 14, S.12, Mayıs 1987.
22. J.C.Carloni. J.C. Filloux, a.g.e, s. 43.
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.