Savaş Tamtamlarını Kimler Çalıyor?
Savaş Tamtamlarını Kimler Çalıyor? 

Raci Durcan
Savaş tamtamları kulakları sağır ediyor. Diri Türk’ten nefret eden, Ölü Türk sevicileri fulltime işbaşındalar. İki yaşında, ne olduğunun farkında bile olmayan küçücük bir bebek, T.V kameraları önünde askerin kucağına itilince içim sızladı; bu yazıyı yazmaya karar verdim. Amaç insanları gözünü dahi kırpmadan ölümün üzerine göndermek mi olmalıdır? Yoksa kimsenin canı yanmadan çözüm bulmak mı? Sanki iki yaşında çocuklar gözünü kırpmadan ölüme gönderilince tüm sorunların üstesinden gelinecektir! Bunu yapan Atatürkçülük şampiyonu medyamızdır. Nedense böyle günlerde hatırlamazlar “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyen Atatürk ilkelerini. Bu konuya sonra değineceğim. Öncelikle I. Dünya savaşına girdiğimiz siyasi atmosferi hatırlamakta yarar görüyorum. Yeni bir Dünya savaşının eşiğinde buna ihtiyacımız var.
II. Abdülhamit tahta çıktığında kendini bir savaşın içinde buldu. Şöhret peşinde koşan Osmanlı paşaları, imkanlar elvermediği halde devleti bir maceranın içine atmaktan çekinmediler. Acılı 93 harbinin ardından Rus yenilgisi geldi. İngiliz koruması altındaYunan’lılar bağımsız bir devlet haline geldiler. Batı sınırları güvensizleşti. Abdülhamit, iktidarı döneminde bir daha bu hataya düşmedi. Ayakları yere basan bir politikayla batının güçlü devletleri arasında hassas bir denge kurarak onları birbirine karşı kullanmayı başardı. Aynı zamanda günümüzde bile emsali olmayan reformları gerçekleştirdi. Her konudaki yeniliği Osmanlıya getirerek muhtemel yıkımın önüne geçmek için çaba sarf etti. Yaptıklarının önemini, kendisinden sonra gelen ittihatçı maceracıların serüvenine bakarak da anlamak mümkün. 10 yılda koca imparatorluktan elde bir şey kalmadığı gibi anavatan olarak adlandırılan topraklar dahi işgal edildi. O zaman da dünyanın en kahraman insanları bizimdi. O zaman da insanlar gözünü kırpmadan siperlerinden fırlayarak ölümün üzerine atlıyorlardı. Kahramanlık savaşta etkenlerden bir etkendir sadece. Başka şeylerle desteklenmediğinde sonuç almaya yetmez. Zaten yetmedi de. Şu an elimizde tuttuğumuz toprakları savaş sonrasının akılcı politikalarına borçluyuz.
Gerek Abdülhamit, gerek kendisini takip eden padişahlar Doğuda yükselen Rus tehdidine karşı o zamanın medeni devleti durumundaki İngiltere’ye yakın bir politika izliyorlardı. İngilizler ikili oynayarak Rusya ile anlaştılar ve Osmanlı’yı Almanlar’la birlik olmaya mahkum ettiler. İngiltere, Avrupa’yı işgal edeceği anlaşılan Almanlara karşı Ruslarla ittifak yapmış ve tasfiyesi zor olmayan Osmanlı’yı nasıl paylaşacakları konusunda gizli anlaşma yapmıştı. Bu tür istihbaratlar, Osmanlı’yı Almanlarla birlikte hareket etmeye mecbur bıraktı. Öyle ki Akdeniz’de İngiliz donanmasıyla çatışan Goeben ve Breslau adlı Alman zırhlıları, sanki başka bir yer yokmuş gibi Çanakkale boğazına doğru kaçtılar. Boğaza girmelerine izin verileceğinden emin olmalıydılar. Yine bazı iddialara göre bu kovalamaca düzmececeydi. İngilizlerin onları yakalama imkanları varken Osmanlıya sığınmalarına göz yumdukları söylenmektedir. Koca Akdeniz’de kömürle çalışan bu gemilerin kaçarken yakıt ikmali almadan Çanakkale’ye varmaları mümkün değildi. Bunu bilen İngilizlerin yakıt ikmal noktalarında tertip almayı düşünmemiş olmalarını ihmal olarak değerlendiremeyiz. Osmanlının bir savaşın içine çekilmek üzere planlanan tertibe kurban gittiğini gösteren bu yönlü örnekler çoğaltılabilir. Sanıyorum, Osmanlı İngiltere yanında savaşa girdiğini açıklasaydı dahi bu kabul edilmeyecekti. Nitekim savaştan sonra savaşı başlatan Almanlardan çok Türkiye’nin üzerine gidilmiştir. Öyle ki bazı aydınlar tamamen yok edilmekten kurtuluş için din değiştirmeyi dahi aklına getirmiş, bunu dillendirecek ortam bulabilmiştir.
Savaştan sürekli kaçınan II. Abdulhamit, Alman istihbaratı tarafından destek gördüğü anlaşılan ittihatçılar tarafından tasfiye edildi. Ardından batı sınırlarını koruyan 5. Ordu, batılılarca verilen onca güvenlik taahhüdü üzerine terhis edildi. Aradan çok geçmeden patlayan balkan harbi, batı sınırlarını güvensizleştirdi. Balkanların kaybı, buradaki sınırı koruyan 5. Ordu’nun terhisi nedeniyledir. Yeni kurulan Bulgaristan dahi Osmanlının başkentini işgal edecek konuma geldi. Diğer taraflardan kaydırılan Ordu birlikleri Balkanlarda, birbiriyle politik kavgaya tutuşmuş komutanlar arasında yok oldu. Çanakkale’de ülkenin savaşabilecek nüfusu katledildi. Hiçbir cephede yenilmeyen Osmanlı, savaş sonunda anakarasında bile kıpırdayamaz hale gelmişti. Eğer ayakları yere basan bir politik çıkış yapılmasaydı yıkımın daha da derinleşeceği aşikardır. Şimdi uygulamaya koydukları Sevr’i belki o zamandan gerçekleştirmiş olacaklardı.
Her fırsatta benliğimize yönelik aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan çekinmeyen medyamız, şimdilerde halkımıza kahramanlık payesi dağıtmakta pek cömert. Ölen, şehit düşen Mehmetçik resimleri manşetten inmiyor. İzleyenlerin ölesi geliyor adeta. Koca Türk tarihini savaş tarihi ve savaşı da barbarlık olarak yorumlamayı yeğleyenler şimdi bunu unutmuş gibiler. Kendileri savaşmayacak olduklarından olsa gerek. ‘Ölü Türk sevicileri’ Mehmetçiği ölüme göndermeye pek hevesliler. Gözleri o kadar dönmüş ki; iki yaşındaki bebekleri dahi asker kucağına vererek kullanmaktan sakınmıyorlar. 10-15 yaşlarındaki koca çocuklar babalarının işyerinde çalışıyor diye yaygara koparanlar, bu hareketle o mantığın ne kadar zıtlaştığının farkında değilmiş gibi davranmayı yeğliyorlar. Gelibolu’da, Filistin Cephesinde M. Kemal’in kendini ve askerlerini diri tutmaya ne kadar önem verdiğini hiç anmıyorlar. Maceracı Enver’in soğuk Erzurum dağlarında ölüme gönderdiği Mehmetler yetmez gibi, aynı mantıkla yenilerini öne sürmek istiyorlar. ‘Atatürk’ diye bağırırken O’nun en büyük politik rakibi Enver mantığıyla davranmaktan sıkılmıyorlar. Dünyayı beş defa yok edecek silaha sahip olduğu söylenen bir hedefi işaret ediyorlar. Her iki Dünya savaşında da ABD’yi kendi yanına çekerek kazanmış ve bunu alışkanlık edinmiş olan İngiltere’nin Üçüncüsünde de, sahne gerisinden kolay bir zafere imza atmasına aracı olmak istiyorlar.
Peygamberimiz de insan ölümünü hoş görmemiştir. M. Hamidullah’tan öğrendiklerimize göre O’nun savaşları, her iki taraftan da en az zayiat verilerek sonuç almak üzere planlanmıştır. Katıldığı savaşlar, zorunlu, kaçınılmaz olanlardı. Mekke seferine çıktığında sonuçtan emindi. Askeri üstünlüğüne rağmen karşı tarafı tahrik etmeden; savaşa zorlamadan teslim olmaya ikna etmiştir. Müslümanların savaşı her iki taraftan da çok ölümü hedefleyen bir yapı taşıyamaz. Müslüman öldürmeyi ve yıkmayı değil, belayı en az zararla defetmeyi hedefler.
Önümüzdeki günlerde ‘Ölü Türk sevicileri’ muhtemelen daha çok Ölü Türk ağıtlarıyla kulaklarımızı dolduracaklar. Gün, tahriklere kapılmadan aklımızı başımıza alma, serinkanlı düşünme zamanıdır. Aklı başındakiler bir şeyi sevmenin tek yolunun onun uğrunda ölmek olmadığını anlatmalılar. Telkin edilenin aksine uğruna ölmeyi değil; uğruna diri kalmayı ve imar etmeyi insanlarımıza öğütlemeliyiz. Arzuladıkları olmasın diye ölmeye değil; diri kalmaya ihtiyacımız var. Topraklarımızı yerin altındaki ölüler değil, diri bedenlerimiz koruyabilir.
Bugün Zaman Gazetesinde küresel Isınmanın bir yalan olduğunu konu eden bir yazı gördüm. Raci Bey'i 6 ay önceden bu gerçeği ifşa ettiği için tebrik ediyoruz.
aydınlatıcı faydalı bir yazı
Yazarın eline sağlık. Alara Dilhan.
Haklısımız
Haklısınız, düzelttim. Tşk.
bir düzeltme
"Peygamberimiz dahi..." ifadesinin "Peygamberimiz de..." şeklinde yazılması daha uygun olurdu kanısındayım.
Tebriğe şayan bir yazı...
İsmi bende kayıtlı tüm gazete yazarlarına e-mail atacağım bu yazıyı.