ŞEHİRLERDEN MEDENİYETE
ŞEHİRLERDEN MEDENİYETE -I-
Necmettin Evci
Giriş:
Bu yazıda birbirini kurma nitelikleri göz önünde tutularak şehir ve medeniyetin oluşum süreçleri konu edilecektir. Üzerinde düşünülen iki kavramın da içerik ve anlamsal arka planı oldukça geniş ve hemen her olguyla ilişkilendirilebilecek mahiyete sahiptir. Özellikle yaşadığımız modern süreçte kentleşmenin ve uygarlaşmanın dayandığı son sınır bütün anlam dizgesini yeniden tartışılır hale sokmuştur. Tartışma sanılanın tersine belirsizliği çoğaltmaktadır. Belki son gelişmeler ışığında üretilmesi gereken yeni tanımlar üzerinden tartışmayı derinleştirmek gerekecektir. Diğer yandan kültür, durmak bilmez gelişmenin hâsılası olduğundan böyle bir teorik tartışma her zaman bir eksik içermek durumunda kaldı, kalacaktır.
Ben burada genelde kabul edilir bir çerçeve içinde kalarak ve gereğinden fazla ayrıntıya girmeksizin bir anlayış geliştirmek istiyorum. Konuyla az çok ilgilenenler genellemelerle istenilen çözümlemelerin yapılamayacağını teslim ederler. Bu yazı kendi bağlamında ‘Medeniyet’ ana başlığı ile irtibatlı birçok konuya işaret etmesi bakımından önemli olacaktır belki.
1- şehir medeniyetin ‘ana’ unsurudur:
İnsan ilişkileri ve yaşama biçiminin pratik kurumsallaşması yönüyle şehirle doğrudan ilgili bir kavram olarak medeniyet, köken itibariyle Arapça ‘şehir’ demek olan ‘medine’ kelimesinden gelmektedir.(1) İnsanın ve yaşamın şehirleşme süreci iyi gözlenirse şehirlerle/ şehirleşmeyle medeniyet arasındaki ilişki ortaya çıkacaktır. Ayrıca bu ilişkilerin pratik işleyişi üzerindeki gözlem ve analizlerimiz hem medeniyeti hem de şehri ve şehirlileşmeyi daha sağlıklı kavramamızın yolunu açacaktır. ‘Medeniyet Tarihi’ adlı eserine Ali Şeriatî, ilkin bu temel kavramları vuzuha kavuşturma çabasıyla başlar. O’na göre ‘Medeni olmak; şehirli olmak, şehirde oturmak değildir sadece, fakat medeni insan şehir yerleşimi merhalesine ulaşmıştır.’ ‘Şehir vahşi insanların bulunmadığı bir yapılanmadır. İnsanın şehir yapabilmesi için medeniyet aşamasına ulaşması lazımdır; şehri kurduğu zaman medeniyete ulaşmıştır. O halde şehirle medeniyet arasında cüz’i ve külli bir ilgi var; kab ve kabın içinde olanın ilgisi gibi’(2) İnsanın, zamanı ve mekânı belirlenmiş beşeri ilişkiler ve düzenlenmiş anlayışlar bütünü içinde disipline etmesinin tarihsel aşamalarını dikkatten uzak tutmamakla, daha somut bir kalkış ve hareket alanına sahip olacağız.
İbn-i Haldun şehir- medeniyet bağlantısını düşünen ilk filozof değil aynı zamanda derinlemesine analiz eden bir âlimdir. Birkaç versiyonla dilimize kazandırılan Mukaddime’si(3) çoklarının sandığının dışında sadece tarihsel olgular ve insan toplulukları üzerine kapsamlı bir tarih metodolojisi çalışması değil aynı zamanda sosyoloji başta olmak üzere kimi disiplinlerin de alan olarak ilk kez ortaya konulduğu bir kitaptır. Mukaddimede insan topluluklarının tarihsel, fiziksel, sosyal, kültürel etkilerle değişim ve dönüşümleri, hayatın her alanın(d)a yansıma ve gelişmeleri ayrıntılı gözlemlere ve ilmi tespitlere dayandırılarak ortaya konur. İbn-i Haldun zamanını aşan yüksek bir zekâyla gerçek bir insanlık dehasıdır. Mukaddime doğrudan ‘medeniyet’ kavramını öne çıkarmaz. İnsan ilişkilerinin belli bir anlayış ve incelik çerçevesinde sürdürülen şehir ve şehir hayatı ‘Hadarîlik’ kavramı ile ifade edilir. İnsan toplumları genel gelişim seyri itibariyle göçebelikten bedeviliğe geçmişler ve sonra hadarîliğe yükselmişlerdir. Hadarî toplumlar ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda bütünüyle örgütlenmiş toplumlardır.(4) Üretim, paylaşım ve iş bölümü geniş bir organizasyon, ortak iradenin idarede teşekkülü ve paylaşımı bir yaşama biçimine dönüşmüştür. Bu yaşama biçiminin üretilen belli değerler ekseninde erdem, anlayış ve incelikle çoğaltılması, güç kazanması ‘umran’ı oluşturur. Umranla hadarîlik arasındaki farkı, herkes tarafından içselleştirilmiş değerlerin yaşama canlı ve dışsal zorlama fazla olmaksızın katılımı noktasında anlayabiliriz. Yani şehirli olmak, daha geniş yaklaşımla yerleşik olmak umran için yeterli değildir. Yerleşik olanlar toplumsal ve tarihsel diyalektik gereği göçebelikten ve köylülükten gelen kimi kaba, ilkel davranışlardan belki uzaklaşabilirler, ama umran seviyesine çıkma aşamasında yetersiz kalabilirler. İnsan fıtratının erdemlerle oluşturduğu hamule, toplumsal zaruretlerin düzenlediği örgütlenmeyi içselleştirilmiş anlayış ve davranış biçimleri ve gönüllülük esasıyla kendiliğinden sürdürebiliyorsa ileri bir medeniyet demek olan umrana ulaşılmış demektir.(5) Bir yönüyle şehirleşmek ile şehirlileşmek şeklen birbirine yakın gözükseler de ifade ettikleri kültür ve yaşam değerleri bakımından birbirine uzak düşen kelimelerdir. Çeşitli sebeplerle şehirler büyürken yani şehirleşme gelişirken erdemler ve ahlaki vasıflar bakımından aynı şekilde bir gelişme olmayabilir. Hatta şehirlerin maddi büyümesine ters orantıyla, belirleyici ekseninde faziletler olması gereken şehirlilikte etik, estetik aşınmalar meydana gelebilir. İbn-i Haldun bu gerçeği çok iyi tespit ederek yüzyıllar öncesinden, şimdi içinde yaşadığımız hemen hiç birinin hiçbir insani değer üretemediği hatta mevcut değerlerin bile korunamadığı büyük kentlerin çözümlemesini de ana hatlarıyla yapmış gibidir. Dönemsel farklılıklar bir yana, kabul etmek lâzım ki, biraz Eflatun’un ‘Devlet’inden etkiler taşıyn Farabî’nin Medinetül Fazıla’sı özde Umran’ın ütopik kurgusu gibidir. Farabî’nin farklı bir ele alışla işaret ettiği ‘Faziletli Şehir’ yaşantısını kurmada istenilen başarı sağlanmayabilir. Yine bu da o şehri kuran unsurların çeşitliliği ve zenginliğiyle, gücüyle hususen de hikmet yoğunluklu siyasi gücüyle alakalı olmalıdır.(6)
Şehir biçimlendirici asal unsurlarından biri olmakla beraber medeniyet için tek başına yeterli değildir. Ama şehir ve şehirli olmaksızın da medeniyet olmaz. Söylediğimiz gibi bu aşama ve kategoriler, şehrin genel anlamda hayatı ve insanı algı biçimi, düşünce, felsefe, değer üretimi; üst değerler etrafında kurumsallaşan ve sürekli kendini yenileyen, yenilenmeye açık, arzulu yaşam pratiği ile ilgilidir. Bu şehirler tüm düşsel ve reel veçhesiyle hayatın, tüm öznel ve nesnel yetenekleriyle insanın gelişip, serpildiği merkezler olurlar. İnsan ve yaşam gerçekliği ile uyumsuz olmayan, bilakis varoluşsal açılımları coşkuyla kültürel genişlemeye dönüştüren bu merkez şehirler, diğer normal şehir yerleşimlerinin ötesine geçmiş, bir bakıma kendilerini ve doğallıkla sınırlarını aşmışlardır.. Kültürel, siyasal, ekonomik anlamda kendilerini, kendi sınırlarını da aşarak diğer şehirler için de bir cazibe ve çekim merkezi oluştururlar. Burada inşa edilen umran diğer şehirler ve şehirliler için her bakımdan model oluşturur. Bu model şehirde yaşanan hayat uzak yakın tüm şehirleri güneş etrafında dönen gezegenler gibi kendisine bağlayarak daha geniş bir dünyanın, daha geniş bir düşüncenin, tasavvurun, ekonomik zenginliğin merkezi olur. Orası doğurgan, üretken vasfıyla bir ‘ana’ karakteri kazanıp, artık bir medeniyete başkentlik etme hakkını ve şanını elde eder. Tırnak içinde ‘ana’ vurgusuyla öne çıkardığımız kadınsı içerik, aslında yaşam ve varlık ilişkisi adına, sadece ‘ana bina’ ‘ana yol’ ‘anaşehir’ ‘anayurt’ ‘anayasa’ ‘anadil’ gibi terkiplerde var olan ve gündelik kullanımıyla birçoğumuzun pek dikkat edemediği anlamsal çağrışımın çok ötesinde; derin, kurucu, kuşatıcı ruh ve kültürle ilişkilidir. Sözün kısası şehirler ve medeniyetler bir anlamda kadınsıdır. Öncelikle merhametli, estetik ve zarif.
/Erkek karakterli şehirler büyük ölçüde savunma maksadıyla ve askeri bir amaçla inşa edilmiş şehirlerdir. Son zamanlarda insanlığı kasıp kavuran ideolojilerin egemen olduğu ve yaşamı keskin kanun ve doktrinlerle sıkboğaz eden totaliter yönetimlerin kurdukları şehirler de ruhları itibarıyla erkek karakterlidirler. Belki bir Moskova, bir Pekin böyleydi. Samarra tam manasıyla kışla şehir olarak kurulmuştu. Bu açıdan şehir ile Medine arasında karakteristik yapıyı etkileyen cinsiyet farkı var gibidir. Şehir Medine’ye yaklaştığı, Medineleştiği, medenileştiği ölçüde şehir olur. Medine dişil bir kelimedir. Biz isim olarak Medine’yi kız çocuklarımıza veririz de erkek çocuklarımıza vermeyiz. Buna mukabil Mekkî ismini sadece erkeklere verilir. Genel anlamda şehirlerin yaşanabilir mekânlar oluşlarını onların kadınsı nitelikleriyle bağlantılı düşünmeyi bir fantezi olarak görmemelidir. Zaten Arapçada isimlerin müzekker ve müennes olarak sınıflandırıldığı bilinmektedir. Bu tasnif varlığı derinlemesine kavrama ve açıklama ve tanımlamada müthiş olanaklar sunar. Gök müzekkerdir mesela. Buna mukabil yer ve çokluk ona bağlı kavramlar müennestir. Vatan ve yurdu biz ‘anavatan’ anayurt’ diye köklü, varoluşsal özdeşliği içeren bir terkiple ifade etmişizdir. Sadece bununla da kalmaz ana ve yer motifi sevgi, merhamet, şefkat, hukuk, kültür gibi yaşamsal kavramları mikro ilişkilerden en geniş hukukî beşeri ilişkilere kadar geniş bir alanda kullanırız. Sadece aile hayatımızı onsuz düşünemediğimiz yuvayı yapan dişi kuş değildir. Şehirleri toplumun yuvası olarak düşünün. Kent insanlarının sosyal siyasal yaşamının düzeni için ERK(ek) unsur yetmez. KADI(n) unsurunun bütün bir toplumda insan haklarını ve özgürlükleri öne çıkaracak tarzda şefkatle adaleti gözetmesi gerekir. Şehir aynı zamanda hukuk düzeni oluşturan merkezlerdir. Şehir toplumu hukuklu toplumdur. Hukuk bilinci oluşmamış toplumlar şehirli toplum olamazlar. Çünkü her şeyden önce şehirlerde farklı adet ve anlayışta unsurların birlikte, barış içinde yaşamalarının teminatı, ayrım gözetmeyen hukuk sistemidir. Musa Carullah ‘Hatun’ isimli kıymetli eserinde ‘Kadı’ nın ‘Kadın’dan geldiğini ifade ediyordu. Hukukun temsil ettiği söylenen gözleri bağlı elinde terazi olan heykelin kadın oluşu bir tesadüf değil elbette. Yine ilginç gelebilir kültürümüzde sadece ‘Medine’ değil ‘Adalet’te kızlarımıza verdiğimiz isimlerdendir. Sonra şehirler estetik değerlerin öne çıktığı, çıkarıldığı yerlerdir. Mimari ve diğer bütün sanatlar estetiğin daha ileri ve zengin örnek ve uygulamalarla yaşama katılmaları şehir adına üstün bir kazanımdır. Şehirler de kadınlar gibi süslenme eğilimindedirler. Ve zariftirler. Şehirli olmak zarif ve kibar olmaktır./
Devam edecek...
Dip Notlar:
(1) -Kökeni hususunda farklı görüşler olmakla birlikte ‘Medine’ kelimesinin Arapçaya kadim Mezopotamya kültürlerinden geçmiş olduğu kesin gibidir. Ârami dilinde önceleri ‘mahkeme yeri’ (Yönetsel bir kategori ve büyüklük olarak ‘Mahkemenin bulunduğu merkez anlamında), daha sonra ‘şehir’ olarak kullanılan ‘Medinta’ İbranicede ‘bir yöneticinin nüfuz alanına giren yer anlamlarında kullanılmıştır. Arapça ‘müdün’ veya ‘deyn’ kökünden türeyerek ‘şehre gelmek, ikame etmek, yerleşmek’ anlamlarının yanında, ‘yerleşmeye uygun ve kale yapılan her yer’ için kullanıldığı (İbn-i Manzur, Lisanü’l Arab, ‘mdn’ md.) bilinmektedir. (bkz. Nebi Bozkurt- Mustafa sabri Küçükaşçı, İslâm Ans. TDV. Yay. C.28, s.306, Ank 2003); Kelime Âramî’lere Sümer ve Babil’den geçmiş olmalıdır. ‘Madain’ kelimesinden gelir. Bu kelime eski çağlarda ‘şehirler’ anlamında ve Mezopotamya’da Dicle’nin Basra Körfezine dökülmeye yakın bölgesinde her iki kıyısında karşılıklı olarak kurulmuş yedi şehir için kullanılmıştır. Anlaşılan o ki, burada birbiriyle her bakımdan bağlantılı şehirler bir ortak yaşam geliştirmişler ve bir birlik kurmuşlardı. Ayrıca ‘madain’ bu yedi şehrin merkezi konumda ve diğerlerinden büyük olanının da ismiydi. Fırat ve Dicle’nin neredeyse birleşerek körfeze döküldüğü bu böllge ‘şehir’ niteliğiyle Peygamberimiz’den(s) neredeyse bin yıl öncesinde, Selevkoslar döneminde aynı isimle anıldı ve çok önemli iskân yeri olarak yaşadı. Sasanî kralları kışlık saraylarını buraya Madain’e yapmışlardı. Arsakî ve Sasanîler zamanında nüfusun büyük kısmını teşkil eden Sami Âramîler, bu şehirler topluluğu ‘Mahaze’ yahut ‘Medinatha’ (şehirler) diye tabir ettiler. Araplar bu sonuncu kelimeyi alarak onu ‘Al Madain’ şekline koydular. Hicret’ten sonra ‘Medine’ özgün sosyal, siyasal, ekonomik, hukukî bir hüviyet kazanarak ‘şehir’le özdeşerek kullanıldı. Endülüs Emevileri İspanya’daki eskiden var olan veya yeniden kurulan birçok kenti ‘Medine’ isimlendirmesiyle andılar. ‘Medina de las Torres, Medina del Campo, Medina de Rio seco, Medina de Pomar, Medinaceli, Medina Sidonia’ bunlardan bazılarıdır. (Daha geniş bilgi için bkz. İslâm Ans. C.7, s.448-470, MEB. İst.1988.
(2) -Ali Şeriatî, Medeniyet Tarihi, s. 2,3, çev. İbrahim Keskin, Fecr yay, ank. 1987
(3) -Biz Süleyman Uludağ’ın Dergâh yayınları tarafından basılan çevirisi (İst. 1983) ile, Halil Kendir’in dilimize kazandırdığı, Y.Şafak gazetesi’nin de okurlarına hediye edilen, (İmaj yay. Ank. 2004) çevirisini esas aldık
(4) -Bu konuda yapılan araştırmalar binlercedir. S. Uludağ’ın 1983 baskılı çevirisine bu konu ile ilgili yüzlerce çalışmanın listesini veren geniş bir kitabîyat ilave edilmiştir. Ayrıca söz konusu kavramlar için bkz. Age. C.2, s.809-889.
(5) -Daha geniş bir tahlil için bkz. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s.111, - Yayına haz. Mahmut Ali Meriç, İletişim yay. Ank.1996. -Yazar burada kendine özgü sosyolojik yaklaşımla uygarlık kavramının tarihsel kökenini de irdeler-
(6) -Bkz. Farabî, İdeal Devlet- El- Medinet’ül Fazıla- özellikle 15. “Mükemmel Toplumlar ve Mükemmel Yönetici” bölümüne. s. 99. çev. Ahmet Arslan, Vadi yay. Ank. 1997.
(1) -Kökeni hususunda farklı görüşler olmakla birlikte ‘Medine’ kelimesinin Arapçaya kadim Mezopotamya kültürlerinden geçmiş olduğu kesin gibidir. Ârami dilinde önceleri ‘mahkeme yeri’ (Yönetsel bir kategori ve büyüklük olarak ‘Mahkemenin bulunduğu merkez anlamında), daha sonra ‘şehir’ olarak kullanılan ‘Medinta’ İbranicede ‘bir yöneticinin nüfuz alanına giren yer anlamlarında kullanılmıştır. Arapça ‘müdün’ veya ‘deyn’ kökünden türeyerek ‘şehre gelmek, ikame etmek, yerleşmek’ anlamlarının yanında, ‘yerleşmeye uygun ve kale yapılan her yer’ için kullanıldığı (İbn-i Manzur, Lisanü’l Arab, ‘mdn’ md.) bilinmektedir. (bkz. Nebi Bozkurt- Mustafa sabri Küçükaşçı, İslâm Ans. TDV. Yay. C.28, s.306, Ank 2003); Kelime Âramî’lere Sümer ve Babil’den geçmiş olmalıdır. ‘Madain’ kelimesinden gelir. Bu kelime eski çağlarda ‘şehirler’ anlamında ve Mezopotamya’da Dicle’nin Basra Körfezine dökülmeye yakın bölgesinde her iki kıyısında karşılıklı olarak kurulmuş yedi şehir için kullanılmıştır. Anlaşılan o ki, burada birbiriyle her bakımdan bağlantılı şehirler bir ortak yaşam geliştirmişler ve bir birlik kurmuşlardı. Ayrıca ‘madain’ bu yedi şehrin merkezi konumda ve diğerlerinden büyük olanının da ismiydi. Fırat ve Dicle’nin neredeyse birleşerek körfeze döküldüğü bu böllge ‘şehir’ niteliğiyle Peygamberimiz’den(s) neredeyse bin yıl öncesinde, Selevkoslar döneminde aynı isimle anıldı ve çok önemli iskân yeri olarak yaşadı. Sasanî kralları kışlık saraylarını buraya Madain’e yapmışlardı. Arsakî ve Sasanîler zamanında nüfusun büyük kısmını teşkil eden Sami Âramîler, bu şehirler topluluğu ‘Mahaze’ yahut ‘Medinatha’ (şehirler) diye tabir ettiler. Araplar bu sonuncu kelimeyi alarak onu ‘Al Madain’ şekline koydular. Hicret’ten sonra ‘Medine’ özgün sosyal, siyasal, ekonomik, hukukî bir hüviyet kazanarak ‘şehir’le özdeşerek kullanıldı. Endülüs Emevileri İspanya’daki eskiden var olan veya yeniden kurulan birçok kenti ‘Medine’ isimlendirmesiyle andılar. ‘Medina de las Torres, Medina del Campo, Medina de Rio seco, Medina de Pomar, Medinaceli, Medina Sidonia’ bunlardan bazılarıdır. (Daha geniş bilgi için bkz. İslâm Ans. C.7, s.448-470, MEB. İst.1988.
(2) -Ali Şeriatî, Medeniyet Tarihi, s. 2,3, çev. İbrahim Keskin, Fecr yay, ank. 1987
(3) -Biz Süleyman Uludağ’ın Dergâh yayınları tarafından basılan çevirisi (İst. 1983) ile, Halil Kendir’in dilimize kazandırdığı, Y.Şafak gazetesi’nin de okurlarına hediye edilen, (İmaj yay. Ank. 2004) çevirisini esas aldık
(4) -Bu konuda yapılan araştırmalar binlercedir. S. Uludağ’ın 1983 baskılı çevirisine bu konu ile ilgili yüzlerce çalışmanın listesini veren geniş bir kitabîyat ilave edilmiştir. Ayrıca söz konusu kavramlar için bkz. Age. C.2, s.809-889.
(5) -Daha geniş bir tahlil için bkz. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s.111, - Yayına haz. Mahmut Ali Meriç, İletişim yay. Ank.1996. -Yazar burada kendine özgü sosyolojik yaklaşımla uygarlık kavramının tarihsel kökenini de irdeler-
(6) -Bkz. Farabî, İdeal Devlet- El- Medinet’ül Fazıla- özellikle 15. “Mükemmel Toplumlar ve Mükemmel Yönetici” bölümüne. s. 99. çev. Ahmet Arslan, Vadi yay. Ank. 1997.
değerli yazar, eğer yazısında seçkinler ve seçkincilik elitizm- hususlarına da yer vermiş ise, çok sevineceğim. Umran.?