Vesayet ve Anayasa
Vesayet ve Anayasa
Eyüp BEYHAN
Türkiye hem kendi içinde hem de bölgesinde önemli ve hassas günlerden
geçiyor. Bu topraklarda, bir kez daha oyunlar oynanıyor. Ama bu millet
senaristlerin bütün oyunlarını boşa çıkartmıştır. İnanıyoruz ki, ülkemizin her
tarafı tarih ve medeniyet olan, asalet ve muhabbetti olan, inançlı ve yüksek
maneviyata sahip olan Aziz milletimiz metanetli duruşuyla bu zor
günleri
sabırla aşacaktır. Unutmamak gerekir ki, “zifiri karanlığın en koyu olduğu
vakit, gündüzün yakın olduğunu müjdeler”. “Her zorluğun arkasında mutlaka bir
kolaylık vardır, her sıkıntının, arkasında bir genişlik vardır” buna Millet
olarak inancımız tamdır. Bu makalemizde vesayet kuşatmasındaki demokrasiyi ve
yeni anayasanın ruhunu konu edeceğiz.
Türk demokrasisinin önemli bir kavşaktan geçtiğini altını çizerek belirtmek
gerekiyor. Genel olarak kısaca demokrasi üzerinde durmamız gerekirse; Tarihi
gelişimi itibarıyle de demokrasi, farklı toplumlar tarafından değişik şekillerde
anlaşılmış ve farklı tarzlarda uygulanmıştır. Öyle ki, daha Antik Yunan
dünyasında bile tiranlığa karşı halkın kendi kendini idare etmesi fikri
doğmuştu; fakat Aristo’nun belirttiği üzere, demokrasi
o dönemde bir çeşit "demagoji" olarak ele alınmışve halkın idari
işlere katılması sadece düşünce planında kalmıştı.
Eski Roma’da da "Senato’nun” gölgesinde bir tür demokrasi denemesi yapılmıştı. Ne var ki, demokrasi asırlarca halkın çıkarları hesabına ve halk adına totaliter bir sistem şeklinde uygulanmaktan öteye geçemedi. Evet, aslında mana itibarıyla, hak ve hürriyetlerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun hâkimiyetinde toplandığı devlet düzeni demek olan totaliter sistem demokrasiye tamamen zıt olmasına rağmen, "halk için istibdat" gibi çok garip bir mantıkla "totaliter demokrasi"lerden bile bahsedildi. Hatta bugün demokrasiyle idare edildiği söylenen pek çok ülkede böyle bir totaliter demokrasi anlayışının var olduğu ve bu ülkelerde bazı seçimler yapılarak halkın yönetime katkıda bulunduğu izlenimi verilse de aslında idare ve hakimiyetin bir elde tutulduğu, yani oralarda demokrasi adının gölgesinde totaliter bir sistemin hakim olduğu söylenebilir.
Diğer taraftan, demokrasi hâlâ büyük ölçüde muğlak olduğundan bu tabirin
nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa onun yanına başka bir tabir ilave edilerek,
demokrasi "çoğulcu", "liberal", "Hıristiyan", "katılımcı"... gibi sıfatlarla
anılmaktadır ki, bazen bu demokrasi türlerinden biri diğerini demokrasi olarak
bile kabul etmeyebilmektedir. Hitler,in Nazizm’in "gerçek demokrasi" olduğunu
iddia ettiği ve Mussolini,nin Faşizm’e "merkezî ve otoriter demokrasi"
şeklinde nazara atfettiği gibi, bugün de, çoklarınca anti-demokratik kabul
edilen bazı ideolojilerin temsilcileri bile demokratik olduklarını
savunmaktadırlar. Dolayısıyla, dünyanın değişik bölgelerinde "Marksist
demokrasi", "Proletarya demokrasisi", "Protestan demokrasi"... gibi daha pek
çok demokrasi anlayışına şahit olmak mümkündür.
Türk demokrasisine baktığımız zaman, Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne
kadar yaşanan çekişme ve gerilimin altında yatan, antik Roma'da olandan çok da
farklı değildir. Peki, Devletin kurucusu ve sahibi olarak kendisini gören,
Türkiye'deki pretoryen güçler kimlerdir diye sorguladığımızda, Seçkinci
bürokratik kesimler, yani asker ve sivil bürokrasi, "yargı aristokrasisi" ve
devlete yaslanarak zenginleşen devletçi sermaye sınıfı. Diğer bir ifadeyle
hormonlu sermaye. Bunların hepsi değişime karşı statöku’da direnenlerdir.
Devletin korunması ve diğer toplumsal kesimlerin iktidarı ele geçirmesi
"tehlikesine" karşı pretoryen güçler her zaman "zindeliğini" korumuşlardır ve
bu yönde sistemin kontrol altında almışlardır. Ve nitekim de böyle olmuştur ve
bugün bunu müşade etmekteyiz. Bu zihniyetteki bir sistemin ürünü olacak
“demokrasi”, Eflatun’un dediği gibi; “Demokrasi despotizime
dönüşür.”
Türkiye’de devlet ve hükümet ayrımı var. Bir yanda bürokratik
elitlerin/atanmışların hakim olduğu bir devlet; öte yandan halkın
temsilcilerinden/seçilmişlerden oluşan bir hükümet var. 21. yüzyıla gelinceye
kadar hükümetler devlete tabi oldular. Şimdilerde ise devleti hükümetlere tabi
kılma mücadelesi veriliyor. Başka bir ifadeyle, 21. yüzyıla kadar bürokratik
vesayet altında olan demokrasimiz, şimdilerde bürokrasinin halk egemenliğine
(dilerseniz "milli irade"ye) tabi kılınması sürecini yaşıyor.
Buradan, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin kısaca tarihine
baktığımızda, Türkiye’de çok partili siyasal hayat
Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 23 yıl geçtikten sonra mümkün olabildi.
Demokratik sisteme geçiş için toplumsal muhalefetin zayıflaması beklendi. Bu
çerçevede iki muhalif partinin hemen kapatılması toplumun henüz ‘demokratik
olgunluğa’ erişmediği kanaatine dayandırıldı. İkinci Dünya Savaşından sonra iç
ve dış dinamiklerin çok partili hayatı zorunlu hale getirmesiyle milli
iradenin siyasal sisteme taşınmasına izin verildi.
Seçimlerin dönemin tek partisi olanın aleyhine sonuçlanması bürokratik
seçkinleri tedirgin etti. Bu tablo elitlerin, önlem alınmazsa serbest seçimler
neticesinde gelen iktidarların rejimin ideolojik yapısıyla oynayacağından
endişe duymasına yol açtı. Bürokratik seçkinler bu duruma 27 Mayıs 1960’ta
darbe yaparak karşılık verdi. Darbe sonrasında, seçilmiş hükümetlerin ülkeyi
yönettiği bir fotoğrafın arkasında özerk kurumlar aracılığıyla bürokrasinin
fiilen ülkeyi yönetmesini sağlayan bir vesayetçi rejim yerleştirildi. Fiilen
devlet-hükümet ayırımı yapıldı. Bu iş bölümünde devletin ulusal güvenliğini
ilgilendiren konular özerk kurumların inisiyatifine bırakılırken hükümetin
faaliyet alanı hizmet-icraatla sınırlandı. Sivil iktidarlar vesayetten kurtulma
isteğinde bulunup bu zımni anlaşmanın gereklerine uyamadıklarında başka bir
müdahaleye maruz kaldılar. Yapılan her darbe vesayet rejimini biraz daha
sağlamlaştıracak otoriter mekanizmalar geliştirdi ve böylece vesayetçi rejim
kurumsallaştı.
“Demokratikleşme” başlıklı 19. Abant platformu sonuç bildirgesinde konuyla
alakalı iki önemli tespit vardı şöyle ki: 1-Askerî darbeler ve demokratik
siyasi sürece karşı gerçekleştirilen müdahaleler, Türkiye'nin siyasal, sosyal
ve ekonomik gelişmesine büyük zararlar vermiştir. Demokrasimizin gelişip
yerleşememesinin, güç ve derinlik kazanamamasının en önemli sebebi bu darbe ve
müdahalelerle yerleşen vesayet rejimidir.
2-Türkiye'nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri
toplumsal çoğulculuğu kucaklayan, geniş bir meşruiyet zemininden yoksun 12
Eylül Anayasası'dır... 1987'den günümüze birçok değişiklik geçirmesine rağmen
bu anayasa hâlâ yasakçı bir düzeni sürdürmektedir.
Vesayet rejiminin temellerinin 27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle
gelen 1961 Anayasası ile atıldığını biliyoruz. Söz konusu anayasa,
rejime temel haklara güvenceler, dolayısıyla demokrasiyi genişleten unsurlar
yanında, demokrasiyi vesayet altına sokan unsurlar getirdi. 1971 askerî
müdahalesi sonrasında yapılan anayasa ve yasa değişiklikleriyle birinci
unsurlar zayıflatıldı, ikinciler güçlendirildi.
1980 askerî darbesi sonrasında yapılan yeni anayasa ve 600 dolayında kanun
ile ise, bürokratik vesayetin de ötesine gidilerek, bir Milli Güvenlik Devleti
tesis edildi.
Bir ülkenin siyasal sisteminin en temel yapısının -bir ülkeyi çok
tanımasanız bile o ülkenin bu dört temel hukuk metnini araştırdığınızda- ülkenin
ne kadar demokrat, ne kadar otokrat bir ülke olduğunun anlaşılacağını
göreceksiniz. Bu metinlerden bir tanesinin Anayasa, diğeri meclis iç tüzüğü,
üçüncüsü ise siyasal partiler yasası ve sonuncusun da Seçim sistemidir.
Türkiye'deki hali hazırda uygulanmakta olan bu dört temel metninde niteliği,
lafızları ve ortaya koyduğu hükümleri itibariyle 12 Eylül askeri darbesinin
otokratik niteliğini tamamen taşıdığını görüyoruz.
Bu milleti 1960’dan itibaren klasik deyimiyle 10 yılda bir tokatlayanlar,
darbe yapanlar, silahlı güçlerine dayalı olarak yönetime el koyanlar, milletin
tankıyla milletin iradesine balans ayarı yapmaya çalışanlar, millete hesap
vermemiştir. Ancak, kümesteki tavuğu çalanlar yargıya hesap verirken, milletin
iradesini çalanların, çalmak isteyenlerin sanık kürsüsüne çıkarılmadığı
dönemler artık geride kaldı. Bugün vardığımız nokta, darbeye teşebbüs edenlerin
sanık kürsüsüne oturtulmasıdır. Türkiye’de, ilk kez bir darbe teşebbüsünü ve
faillerini gün yüzüne çıkarma ve millet adına cezalandırma kararlılığı
yaşanıyor.
12 Eylül darbesi lideri Evren'in bir lafı var, diyor ki, "Biz artık öyle
bir anayasal düzen kuruyoruz ki, öyle bir rejim kuruyoruz ki, bunun öyle bir
yargı düzeni oluyor ki, bu saatten sonra bizim bir askeri darbe yapmamıza
ihtiyaç kalmayacak, o yargı düzeni her şeyi koruyacak." O yargı düzeni dediği,
Türkiye'deki vesayet düzeni ya da Başbakan Erdoğan’ın deyişiyle "bürokratik
oligarşi."
Bürokratik oligarşiyi Türkiye'de gerçekten sona erdirmek ve bunu sona
erdirdikten sonra da Türkiye'de hukuk devleti ve demokrasinin önünü açmak
istiyorsanız, o zaman askerle ilgili olarak kurumsal değişiklikleri yapmanız
lazım; yargı düzeniyle ilgili kurumsal değişiklikleri yapmanız lazım. Son
anayasa paketinde önemli adımlar atıldı bu konuda ama Türkiye'de hala askerle
ilgili olarak yapılması gerekenler var kurumsal olarak....
Demokratikleşme denince akla ilk gelen temel hak ve özgürlüklerdir. Bize göre, temel hak ve özgürlüklerin somut güvencelere sahip olması, varlıklarından daha az önemli değildir. Esasen güvencesi yoksa temel hak ve özgürlüklerin varlığından da söz edemezsiniz. Güvence mekanizmasında temel unsur ise hiç kuşkusuz, tarafsız ve tam bağımsız yargıdır. Temel hak ve özgürlükleri derinleştirmek ve genişletmek yerine sınırlamayı tercih eden yargı sistemi ve yüksek yargı organları söz konusu ise tuz kokmuş demektir. Bu yönüyle ülkemizin durumu sorulduğunda; bir önceki Genelkurmay Başkanı’nın çağrısını emir telakki eden Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı hakkında “meslekten ihraç” kararı verdiği aklıma geliyor ve tereddütsüz bir biçimde “henüz tuz kokmadı” diyemiyorum.
Demokratikleşme denince akla ilk gelen temel hak ve özgürlüklerdir. Bize göre, temel hak ve özgürlüklerin somut güvencelere sahip olması, varlıklarından daha az önemli değildir. Esasen güvencesi yoksa temel hak ve özgürlüklerin varlığından da söz edemezsiniz. Güvence mekanizmasında temel unsur ise hiç kuşkusuz, tarafsız ve tam bağımsız yargıdır. Temel hak ve özgürlükleri derinleştirmek ve genişletmek yerine sınırlamayı tercih eden yargı sistemi ve yüksek yargı organları söz konusu ise tuz kokmuş demektir. Bu yönüyle ülkemizin durumu sorulduğunda; bir önceki Genelkurmay Başkanı’nın çağrısını emir telakki eden Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı hakkında “meslekten ihraç” kararı verdiği aklıma geliyor ve tereddütsüz bir biçimde “henüz tuz kokmadı” diyemiyorum.
Danıştay’ın katsayı, YSK’nın seçim sandıklarında başörtülü müşahit
bulunamayacağı, Anayasa Mahkemesi’nin 367 ve 411 milletvekilinin evet oyuna ve
Anayasanın açık hükmüne rağmen yüksek öğretim kurumlarında başörtüsüne
özgürlük sağlayacak Anayasa değişikliğinin iptaline ilişkin kararları, yargıç
devleti riskini iliklerimize kadar hissetmemizi sağlarken, Danıştay’ın
yürütme erkinin, Anayasa Mahkemesi’nin de yasama erkinin yerini almak
isteğini gün yüzüne çıkardı. Oysa, bu ülkenin insanları, “polis devleti” de,
“militer devlet” de, “jandarma devlet” de “yargıç devleti” de istemiyor,
ancak ve sadece “Demokratik Hukuk Devleti” istiyor, bunu da fazlasıyla hak
ediyor.
Sonuç,
Türkiye Cumhuriyetinin kurtuluş, kuruluş ve var oluş temelini oluşturan “Egemenlik bila kayd-u şart milletindir” ilkesini önceleyen ve önemseyen bir sivil ve hür bir irade olarak ülkemiz ve insanlarımız adına en önemli talebimiz, çağdaş demokrasinin bütün kuralları ve kurumları ile tam ve koşulsuz bir şekilde hayata geçirilmesidir. Bunun ön şartı ise, demokratikleşmeye dönük adımlarımızın sayısını ve hızını artıracak sivil idare ve irade ürünü yeni bir anayasaya sahip olmaktır.
Gerçekleşmesini temennide bulunduğum, Özlenen ve beklenen yeni anayasa
ruhunu Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafında özetle şöyle tanımlanıyor;
"Bu milletin her bir ferdi birinci sınıf bir vatandaştır. Bu tartışılmaz. 74
milyonun fertleri arasında herhangi bir ayrımcılığın eşitsizliği ve
adaletsizliği asla kabul etmeyiz, buna müsamaha göstermeyiz. Devletin tüm
imkânları tüm kurumları karşısında herkesin eşit mesafede durmasını sağlamak
adalet anlayışımızın sarsılmaz gereğidir. Yeni anayasanın böyle bir ruh ve
anlayışla yazılması bireyi, vatandaşı, özgürlükleri öne çıkartması, milletin
birlik ve bütünlüğünü daha da pekiştirmesi en büyük arzumuzdur.”(Atatürk’ün
ölümün 73.yıl dönümünde yapılan konuşma)
Eyüp Beyhan/44ebeyhan@gmail.com
Bir Soru: ACABA NEDEN?!
BİR DÜŞÜNELİM DİYE!.. “Demokrasinin beşiği” diye tanınan; Doğuda Japonya’dan Batıda ABD’ye; Kuzeyde İzlanda’dan Güneyde Güney Afrika kıyılarına kadar etken ve etkili, Tarihin Osmanlı gibi en eski ve en uzun ömürlü İmparatorluğu İNGİLTERE’nin Anayasası yok, Ana Yasa Mahkemesi yok, Danıştay’ı yok; bir Kraliçesi, bir Parlamentosu ve tekli bir Adalet (Yargı) sistemi var!.. Bu bize ne düşündürüyor; ACABA neler düşündürebilir!? Kısaca İngiltere'de: Tek hükümdar, tek yasama, tek yargı; ACABA NEDEN?! NEDEN, ONLAR ÖYLE DE BAŞKA ÜLKELER BÖYLE FRANSIZ; NEDEN?!