EFENDİBABA

SAİD ÇEKMEGİL;
‘EFENDİBABA’

Şefika LEYLA
(Açık Sayfa'dan)
Yirmi dört torunundan beşincisiyim ben, ona söyleyecek çok şeyim var. Adına methiye mi dersiniz, takdirkâr ifadeler mi bilemem, takdir okuyanın. Hani derler ya; “Dünya bir yana, sevdiğim bir yana”... Bendeki ‘efendibaba’ muhabbeti de öyle bir bakıma. Gülünce gözlerinin içi gülen, varlığı torununun çocuklarına da neşe kaynağı olan bir efendibaba. Muhabbetimizde bir aşırılık hissetmeye görsün, hemen bunu hayra çevirip Allah ve Resulü’nden başkasını severkenki ölçüyü öğretmeye ne güzel vesile kılardı. Etrafındakilerin sevgisine lâyık olmaya çalışırkenki mütevazı hali onu ne mâsum bir çocuk şirinliğine büründürürdü.



Nelerden bahsedebilirim büyükbabam hakkında diye düşünürken, bu hitaptan hoşnut olmadığını hatırladım. Bizi ‘Büyükbaba’ demeye iten sebep neydi pek hatırlamıyorum ama onun hoşnut olmayışı, yenilikçilerin özentilerine bir mesel olması sebebiyle olabilir. O efendi bir babadır. Örflerine olan bağlılığının izlerini efendiliğiyle taşımıştır üzerinde. “Biz neden size dede demiyoruz?” şeklindeki çocukluk suâlime karşılık, gayrimüslim bir cemaatin ulularına böyle hitap edildiği için hoşlanmadığını ifade etmişti bana. Bâtıla kaş çatan bu şuurlu duruşa gıpta etmemek mümkün mü?
Mûnis, sevecen, şefkatli insan. Onun sinirli, celâlli olduğunu söyleyenlere “Gür hisli, gür imanlı beyinler coşar ancak” diyerek, Hekimoğlu İsmail ne nezih bir cevap vermiştir. Hakeza; kızdığı, celâllendiği durumlarda bir iman asabiyesinin söz konusu olmadığını kim iddia edebilir?
“Benim yaramazlığım ablamın suçudur, ablamınki annemin. Annemin hataları ise, hep benim suçum kızım” derken müşfik bir baba ve öğretici. Evvelâ çoban, yani bilen mesuldür. Önce çoban hesap vermelidir. Hz. Musa da kardeşi Harun’un başından tutup, “Ey anamın oğlu!” diye duyularına hitab ederek silkerken, bu terbiyeye mi tâbi olmuştu?... Öğreticiyi sorgulamadan, suçluyu yargılamamak… Öğretirken düşün-dürebilen ender insanlardan biri idi. Müslümanın meselelerinin birçoğunun tefekkürsüzlükten, fıkıhsızlıktan kaynaklandığını söyleyerek çareler arıyordu. Meselâ İslâm’ın şartı beş diyenlere ilmin, cihadın, tefekkürün v.s. de farz olduğunu, şartları sayı ile sınırlamanın yanlış olduğunu anlatıyordu.
Körü körüne taklitçilikle, çok mücadele etti. Mukallit bir beynin insan bünyesinde büyük bir araz olduğundan bahisle tedavi metodları aradı. Yaşadığı çağın en büyük hastalıklarından birinin de hurâfe olduğunu, vahyî kaynaktan uzak kalışın sonucu bunun beyinlerde müzminleştiğini söylüyordu.
Bulunduğu meclislerde gündelik meselelere dalınamadan fikrî bir atmosfer oluşur, kendine has üslûbu ile bir meseleyi gündeme getirir, çözerdi zihinlerde. Belagatini, siyaset, diyalektik, münazara zemininde sağlama alır, yerinde ve zamanında vakit kaybetmeden sürerdi tezini ortaya. Haklı olmadığı bir meselede tartıştığına hiç şahit olmadım. Tartışa tartışa, tarta tarta, beraberce, doğruya ulaşmaya…
Adına ‘Fikir Kulübü’ dediği orijinal uygulaması ile fikir jimnastiği yaptırarak şahsiyet gelişimini ön plana çıkarır, düşündürürdü. Derler ki; bu yüzden farklıdır Malatya’dan geçenler. İlmî bir konuda kolay kolay delilsiz konuşmaz, vebalini bilir, konuşanı da sorgulardı.
Anlatmaya çalıştığı bir ‘kelime’ idi… Davet ederdi tüm tanıdıklarını, haber gönderirdi tanımadıklarına, ortak bir kelimeye gelin diye. Kelime-i tevhidi anlamanın önündeki engelleri bir bir kaldırmaya çabalardı. Bunu yapmayan, yapamayan kardeşlerini hesaba çekerdi; ‘tavuğunun yumurtası kadar sahipleneceğin bir dinin yok mu senin?’ diye.
Seni çok özlüyorum efendibaba!
Davranışlarımızı tedip eden bakışlarınızı!
Müşküle düştüğümde çehrenizdeki ifadeye bakıp anlam arayamıyorum artık, çok uzun bir zamandır. Hangi gülüşünüz Mü’mine muhabbet, hangi kaş çatışınız münkire nefret; “Müstesna” Anlayışınızda arıyorum. Siz, “Biz külüstür adamlarız, ben külüstür bir adamım” deseniz de, eskimeyen yeniye tabi oluşunuz, ömür boyu süren talebeliğinizde ve nurlu simanızda ışıldadı.
Bir insanı tanımak ve onu sevmek ulvî bir mesnede dayanmazsa mânâsız ve bencilce olur. Tâ ki söz konu-su şahıs, beşerî zaaflarını İslamî hassasiyetlerinin önü-ne geçirmiyorsa, bedevice tavırlara dahi şefkatle mukabelede sebat ediyorsa, rahat ve müreffeh bir kültürün mensubu olmasına rağmen, gösteriş yerine vakar ve asâlet taşıyorsa, en ince zevklere vâkıf olduğu hal-de bunların ardında koşmuyorsa, kendisi ile Allah’ın hatırlandığı bir Müslüman olması referanslarından bazıları ise, onu sevmek mükellefiyet değil midir? Bu iyi hallerinin günahlarını bağışlatmasına duâcı, Rabbimden bol rahmet dileyebilmekle müteselliyim.
Efendibabam söz konusu olunca söyleyecek sözüm çok, engin şefkatiyle gıybetini yapanlara, iftira atanlara “onların bilmediklerini” söylerken bir Resûl talebesi örneği oldu. Dostlardan gelen dikenli güllere alışık daima salah diliyordu. İnci misali dizdiği eserleri bize miras kaldı. Dünyada Allah’ın bir lütfu olarak yakınlığın, beraberliğin hazzını tattım. İstifadelenmeye gayret ettim. İçimde ukde kaldı, ona hakkıyla hizmet etmek nasip olmadı. Ebedî hayatta onunla, resullerle, sıddıklarla olmak nasip olur inşallah.


(Malatya'da münteşir Açık Sayfa mecmuasından alıntıdır.)


ŞEFİKA LEYLA
haticeselva
15.09.2007

Babam çok şanslıydı demeyeceğim. Çünkü şans hakedilmeden kazanılmış durumlar için de kullanılabiliyor. O Allah'ın lütfuna mazhar olmuş, Rabb'inden razı, inşallah Rabb'i de ondan razı, mesut biriydi. Bunu kendisi de her fırsatta şükürle ifade eder, 'Ben yavrularımın hakkını nasıl öderim?' diye de ilave ederdi. Canım Leyla'm varlığınız ve yaşantınızla onun dünyada cenneti yaşamasına vesile oldunuz, onu mesut ettiniz. Allah inşallah sizleri de aynı şekilde güldürür. Yazın her yönüyle hakikaten öyle başarılı ki, onu takdir etmede yetersiz kalıyorum. Ellerine ve gönlüne sağlık. Selam ve sevgiler.

kubha
09.09.2007

Tam bir duygu seli... Duygusuz adamlar bu duygu seline kapılamazlar.

Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.