KÜRESEL ISINMA YENİ PAYLAŞIM ARACI MI?
KÜRESEL ISINMA YENİ PAYLAŞIM ARACI MI?
Raci DURCAN (Genç Birikim Dergisinden)

***
Okul yıllarında sizler de benim gibi Deli Dumrul hikayeleri okumuş olmalısınız. Kuru çayın üzerine köprü yapıp geçenden 5, geçmeyenden döve döve 10 akçe almakla nam salmış bir yiğidi unutmak kolay değil.
Günümüzde yaşasaydı gözleri faltaşı gibi açılacak, belki ‘bunu ben nasıl düşünemedim?’ diye hayıflanacaktı. Zamane Deli Dumrul’ları insanı kuru çay üzerine yapılmış köprüden geçirmenin değil; soluduğu havayı satmanın peşindeler. Yöntemleri biraz farklı tabii. Deli Dumrul gibi köprünün başına kılıçla dikelip geçmeye zorlamıyorlar. Köprüden geçmeye heveslendiriyorlar sadece. Karşı çıkanlarsa medeniyetsizlik ve duyarsızlıkla suçluyorlar... O dönemde henüz medya icra-i sanat eylemediğinden köprüden geçmenin faziletlerini reklam edip köylüleri gönüllü yapmak mümkün olmazdı. Şimdi var ve soluduğumuz havayı satın almak için pek hevesliyiz.
Kyoto protokolünden bahsediyorum. Yıllardır ‘Küresel Isınma’ başlığı altında ifade edilen, insan eliyle atmosferin kirletilerek Dünya’nın felaketler zinciri içine itildiği iddialarından. Pek masum gibi görünen bu çabaların altında, zengin ülkelerin dünyayı yeniden paylaşma düşüncesi yatıyor. Bu yazıda sizlere Türk Medyasında pek yer bulmamış, fakat Amerikan ve özellikle Kanada basınında tartışma yaratan küresel ısınma’nın politik bir paylaşım aracı olduğunu izah etmeye çalışacağız.
Küresel Isınma tabir edilen şey; dünyanın ortalama ısındaki artışa işaret etmektedir. Bu bağlamda felaket tellallarının dile getirdikleri şeyler şu şekildedir: 2005 yılı Dünya tarihinde bilinen en sıcak yılı yaşamıştır. Isınma devam ederek bir dizi zincirleme felakete yol açacaktır. Isı artışının sebebi yeryüzündeki insan faaliyetleridir. Bu nedenle insan faaliyetlerine sınırlama getirilerek önlem alınabilir. 1980 yılından itibaren günümüze kadar ortalama ısı 0,5 derece santigrad artmıştır. Bu artışın rakamsal olarak küçük görülmekle birlikte sonuçları çok büyük olacak, milyonlarca insan doğal felaketlerden etkilenecektir. Isınmaya neden olan insan faaliyetlerinden en önemlisi fosil yakıtların tüketimiyle atmosfere salınan karbon gazıdır. Atmosferdeki karbon gazı artışı ozon tabakasının incelmesine ve sera etkisi yaratarak ısınmaya neden olmaktadır. Ozon tabakasındaki incelme zararlı güneş ışınlarının filtrelenmeden dünyamıza ulaşmasına yol açmakta ve canlı hayata zarar vermektedir. Ayrıca sera etkisi, Dünya’nın ortalama ısısının her geçen gün yükselmesine ve geri dönüşümü olmayan bir reaksiyon zincirini tetiklenmesine neden olmaktadırlar. İklimlerdeki değişim sokaktaki insanın dahi fark edebileceği bir duruma gelmiştir. Dünyanın ortlama ısısının yükselmesi kutupların erimesine, bu da Kuzey Amerika için hayati ehemmiyeti olan Atlas okyanusu sıcak su akıntısının kesilmesine ve denizlerdeki su seviyesinin yükselmesine neden olacaktır. Karbon gazı salınımına getirilecek sınırlamalarla bu felaketin önüne geçebiliriz vs... Bu fikirlerle her gün medya bombardımanına tutuluyorsunuz. Peki bunlar doğru mu? İnsan tabiatı yok edilebilir mi? Tabiatın kendi savunma mekanizması mevcut değil mi? Kyoto protokolü gerçekten çevreci bir anlayışla mı geliştirildi? Yoksa sanayileşmekte olan ülkelere kısıtlama aracı yapılarak Dünya’nın zenginler tarafından yeniden paylaşımı için mi planlandı?
28 Nisan 1975 tarihli Newsweek gazetesini açtığınızda, karşınızda kocaman ‘The Cooling World- Soğuyan Dünya’ adlı makaleyi görebilirsiniz. Yayınlandığında büyük yankı uyandıran bu makalede Dünya’nın gittikçe soğuduğu ve 10 yıl içerinde kuzeyde Kanada, Rusya gibi büyük buğday üreticisi ülkelerin topraklarının donarak tarım yapılamaz hale geleceği iddia edilmişti. Hindistan, Pakistan gibi muson yağmurları nedeniyle tarım yapabilen ülkeler de dramatik bir şekilde soğuyan iklim değişikliğinden nasiplerini alacaklar; açlık, kıtlık gibi felaketlerden etkilenmeyen ülke kalmayacaktı. Aynı makalede Kolombiya üniversitesi görevlilerinin uydu fotoğraflarını inceleyerek yaptıkları gözlemlemeler N. Hemisphere bölgesindeki kar yüksekliğinin ani şekilde arttığından bahsedilmektedir. 1964-72 yılları arasında aynı bölgeye düşen güneş ışınları %1,3 oranında azalarak soğumaya neden olduğu iddia edilmektedir. Bildiğiniz gibi bu iddiaların hiçbiri gerçekleşmedi. Ne dünya soğudu, ne de iklimler radikal bir şekilde değişerek makalede öngörülen felaketler ortaya çıktı.
Dünyanın giderek soğuduğu ve yeni bir buzul çağının eşiğinde olduğumuz iddiaları çabuk unutuldu. Şimdi felaket tellalları küresel ısınmadan söz ediyorlar. Fosil yakıtların büyük oranda tüketiminin yol açtığı karbondioksit salınımının sera etkisi yaratarak buna yol açtığını söylüyorlar. Bu doğruysa yukarıdaki bahis konusu makalede geçen soğumayı ne ile izah edeceksiniz? Eğer karbondioksit salınımı sera gazı etkisi yaratacak kadar etkiliyse Dünya’nın hızla sanayileştiği II. Dünya savaşı sonlarına rastlayan 1940-1980 yılları arasında ısı düşüşünü ne ile izah edeceksiniz? İklim bilimcilerin açıklamalarına göre Dünyanın ortalama ısısı 1600-1700 yıllarından itibaren artmaya devam etmiş; 1940 yılından 1980 yılına kadar düşüş göstermiştir. Bilindiği gibi en büyük enerji sarfı, sanayileşmenin hızla sürdüğü II. Dünya savaşının bitişiyle başlamıştır. Eğer karbondioksit salınımı iklim üzerinde bu kadar etkiliyse ortalama ısıdaki bu 0,5 C lik düşüş meydana gelmezdi. Gerçek şu ki Dünyanın ortalama ısısı, insan faaliyetlerine bağlı kalmaksızın tarih içinde değişim göstermektedir.
Bundan beşyüzbin kadar yıl önce ilk buzul çağı sona ererken Dünyanın en sıcak bölgesi 7 dereceydi. Ortaçağ ısınma periyodu 1300 yıllarına kadar devam etti. Ardından gelen küçük buzul çağı Vikinglerin yerleştiği Görönland’ı yaşanmaz hale getirdi. Küçük buzul çağında Londra’da Times nehri dondu ve üzerinde ateş yakılıp sığır pişirebilecek duruma geldi. 1850 yılından itibaren dünya yeniden ısınmaya başladı 1940 yılına kadar devam bu süreç yerini 1980 yılına kadar devam eden soğumaya terk etti. 1980 den itibaren tekrar yükselerek 2005 yılında tavan yaptı.
Görüldüğü gibi iklim değişiklikleri tarihte hep oldu. Bu değişikliklere neyin sebep olduğu konusunda fikir birliği yoktur. İnsan eliyle iklimlerin değişebileceğini iddia edenler tarihteki değişikliklerin sebeplerini açıklamaya yanaşmamaktadırlar. Zaten küresel ısınma senaristlerinin konuştuğu dil bir bilim değil, felaket tellallığıdır.
Küresel ısınma tellalları ozon tabakasının Antarktika üzerinde inceldiğini ve incelmeye devam ettiğini iddia etmektedirler. Gerçek şu ki, yeryüzünden itibaren 14-40 km yükseklikte bulunan ozon tabakası kalınlığı bölgelere göre değişiklik göstermektedir. Bir bölgedeki kalınlık da zaman içinde de değişim göstermektedir. Yani ozon tabakasının sadece Antarktika üzerinde inceldiği iddiası doğru değildir.
Ozon tabakasındaki incelme ilk defa 1970 yıllarından Amerikan kamuoyunda konuşulmaya başlandı. Supersonic uçakların egzos yoluyla stratosfere bıraktığı suyun ozon tabakasını etkilediği iddia edildi. Bu teorinin yanlışlığı anlaşılınca suyun yerini NOx aldı. Nükleer patlama artıkları NOx üretmekte yahut onu stratosfere taşımaktaydı. Bunun gibi birçok iddia kamuoyunda tartışıldı. Sonuçta ABD uzayda üs kurma ve supersonik transport projelerini askıya aldı. Konunun üzerini açan kişi, Dünya’yı ufoların ziyaret ettiği iddialarının en şiddetli savunucularından, Arizona üniversitesi atmosferik fizikçisi James Mc. Donalds’ dı. Onun teorisine göre supersonik uçuşlar ozon tabakalarında %4 lük bir azalmaya neden oluyordu. Bu, sadece ABD de yılda 40.000 deri kanseri vakası demekti. 1971 yılında yayınlanan Science dergisinde, 2 yıl içinde ozon eksikliğinin %50 oranına yükseleceği, gündüz güneş ışınına maruz kalan canlıların körleşeceği, John Stone tarafından iddia edildi. Kamuoyunu dehşete düşüren bu iddialar etkisini gösterdi, süpersonik transport için hazırlanmış uçak modelleri toprağa gömüldü. J. F. Keneddy’nin 1967 yılındaki katlinden sonra meydana gelen bu gelişmeleri, Rusya ile nükleer savaşa girmekten kaçınan ABD derin devletinin bir manevrası olarak değerlendirmek mümkündür. Nitekim 1975 yılında ABD ile Rusya arasında başlayan nükleer silahlardaki indirim görüşmelerinde bu konu gündeme gelmiştir. Nükleer patlamaların ortaya çıkardığı nitrojen oksit’in ozon tabakasını tahrip ettiği öne sürülerek hızla tırmanmakta olan nükleer silah üretimi ve geliştirilmesi kontrol altına alınmıştır. Sonraları atmosferdeki nitrojen oksidin çoğunun insan faaliyetleri sonucu oluşmadığı ispatlandı. Hatta ozon tabakasını koruyan bağışıklık sistemi olduğu söylendi. Fakat günümüzde de devam eden ‘ozon savaşları’ başlamış oldu.
Küresel ısınmacı felaket tellallarının bilimle bağdaşmayan iddiaları gerçek iklim bilimcileri tarafından defalarca çürütülmüş olmasına rağmen bunlar kamuoyuna yansıtılmaz. IPCC adlı kuruluşun öncülük ettiği bu iddialar çoğu bilim adamı tarafından kabul edilmezdir. IPCC’nin düzenlediği toplantıya katılan 2500 civarındaki bilim adamının sadece 80 tanesinin sonuç belgesini imzasıyla oluşan metni herkesin onayladığı gerçeklermiş gibi sunmaktalar. İmzalayanlar da iklim değişikliklerinin insan faaliyetleri sonucu oluştuğunu değil, alınacak birtakım önlemlerin yararlı olabileceği şeklindeki tavsiye kararından dolayı bunu yapmışlardır.
Küresel ısınmanın sera etkisinden dolayı oluştuğunu ispatlayacak elimizde bilimsel bir veri mevcut değildir. Sera’yı bilirsiniz, saydam bir bölgeye hapsolarak çevresinden ayrılmış hava kütlesinin güneş ışınlarıyla ısınması sonucu oluşur. Böyle bir şey olsaydı üst atmosferde ölçülen sıcaklıkların, yer tabanlı sıcaklık artışıyla paralellik göstermesi gerekecekti. Üst atmosferde ölçülen böyle anormal bir artış söz konusu değildir. 10 yıllık periyodlar için 0,12 C lik bir artış söz konusudur. Bu artışta şehirleşme etkisinin önemini IPCC dahi kabul etmektedir. Şehirlerdeki beton ve asfalt yığınlarının güneş ışınlarını absorbe etmekten çok geri yansıttığını sizler de gözlemliyorsunuzdur. Böylece kar yağdığında şehir dışındaki kırsallara şehir içinden daha fazla yağmış olduğunu fark etmişsinizdir.
Antarktika’nın ısınarak buz kütlelerinin eridiği iddiaları doğru değildir. Nature dergisinin yayınladığı fakat The Times’ın görmezden geldiği makaleye göre Antarktika 1966 yılından beri soğumaktadır. Batı Antarktika buz kütlesi erimekten çok kalınlaşmaktadır. Bazı vadilerdeki kar kalınlığı artmakta ve bazı bölgelerdeki ısı düşüşü 10 yıllık periyod için 2 derece olarak ölçülmüştür.
Küresel ısınmanın insan sağlığı ve geleceği için bir tehdit oluşturduğu tezi de bilimsel değildir. Karbondioksitin zirai alanda üretimi artırıcı etkisi olduğu bilinen bir gerçektir. Hatta karbon dioksitin bol olduğu dönemde %30’a varan üretim artışları görülmektedir. Ayrıca yüksek sıcaklıklar, ölüm oranlarını azaltmaktadır. Sıcaklık artışında görülen ölümler(mesela 2005 Fransa) sıcaklık artışından değil, sıcaklık değişkenliğinden kaynaklandığı bilim adamları tarafından ifade edilmektedir.
Küresel ısınmacı tez IPCC toplantılarına dayanır. IPCC üçüncü toplantısında Mann’ın çalışmalarını temel alarak Küresel ısınmayı red edilemez bilimsel bir gerçekmiş gibi sunmuştur. Küresel ısınmayı yani; ani artışı izah için kullandığı ‘hokey çubuğu-hockey stick’ tabiriyle meşhurdur. Mann’ın çalışması birçok zaaf taşımaktadır. İlki; çalışmalarında sadece Kuzey Hemisphere yöresini baz almasıdır. Bir bölgede yapılan incelemeyle dünyanın genelini açıklayıcı bir tez öne sürmenin yanlışlığını kabul edersiniz. İklimlerin tarih boyunca istikrarlı bir çizgide olduğu kabulüyle 2000 yılını, son bin yılın en sıcak yılı ilan etmiştir. İklimlerin istikrarı konusunda teorisinde kullandığı 12 set verinin dokuzunu ağaç halkaları incelemelerinden, üçünü ise buz kalıpları incelemelerinden almıştır. Modelinde değerlendirmeye aldığı buz kütlelerinin bazıları Güney Hemisphere’den bir kısmı Görönland’dan ve iki tanesi de Peru’dan alınmıştır. Şimdi düşününüz; 12 set veriden sadece 8 tanesi Kuzey Hemisphere aittir ve onlar da ağaç halkaları sıcaklık tespit etme metoduyla elde edilmiştir. Bu verilere dayanarak son bin yılın en sıcak dönemini yaşadığımız iddia edilmektedir. Mann’ın tezi iklimlerde istikrar olduğu kabulüne dayanır. Halbuki Dünya’nın buzul çağından çıktıktan sonra 12.000 yıl önce ortalama ısının 14 C olduğu bilinmektedir. 800-1300 yılları arasında bir ısınma süreci yaşandığı, ardından 1300-1850 yılına kadar küçük buzul çağıyla tekrar soğuduğu bilim çevreleri tarafından kabul edilen bir gerçektir. Mann’ın ‘Hockey Stick’ adıyla anılan tezi yeryüzü tabanlı ölçümlere dayanmaktadır. Yer bazlı ölçmelerin üst atmosferdeki ölçümlerden farklılık gösterdiğini daha önce izah etmiştik. Bu farkın büyük ölçüde şehirleşme etkisinden kaynaklandığını da... Meteorolojistlerin dünya çapındaki 10.000 kadar veri toplama istasyonu şehirlerde yahut şehirlere yakın bölgelerdedir. Ağaç halkası değerleri tezde veri olarak değerlendirilmeden çıkartıldığında Mann’ın tezi askıda kalmakta ve açıkladıkları kanaate ulaşılamayacağını kendisi ve arkadaşları dahi kabul etmektedir.
Küresel ısınmacı tezin sahipleri Amerika ve Avrupa’da yüksek bürokratik kademelere getirilirken bu tezin yanlışlığını ispatlayan bilim adamlarının söyledikleri kulak arkası edilmektedir Gerek medya, gerekse yönetimler tarafından cezalandırılmaktalar. Daha önce internette yayınlanmış bu konuyla ilgili bir makalemi değişik haber kuruluşlarına ve editörlere göndermiş olmama rağmen bir tane bile geri dönüş olmadı. Her gün ‘küresel ısınma şu kadar zarara neden oldu’ diye felaket tellallığı yapanlar, aksi düşünceyi görmezden gelmeyi tercih etmektedirler.
Bütün bunlar bir yana, Kyoto sözleşmesini Küresel ısınmanın bir çözümü gibi önümüze sürülmektedir. Kyoto sözleşmesi atmosfere salınacak gazlarda bir düşüş meydana getirmeyecektir. Hedefi, karbon salınımı 1990’lardaki seviyenin 5 puan altına çekmektir. Avrupa ülkeleri bu hedefi tutturamadıklarını geçen yıl belirtmişlerdir. Sözleşmenin ayrıcalıklı ülkeleri vardır. Hindistan, Rusya, Kazakistan gibi ülkeler salınımlarını azaltmak zorunda değiller, hatta alacaklı duruma geçmektedirler. Üstelik bir ülke kendisi karbon salınımını azaltamıyorsa bunu kotası olan başka ülkeden satın alabilmektedir. Örneğin ABD’nin fazlası, Uganda’nın eksiği vardır ve ABD bu ülkenin karbon salınımını satın alarak yükümlüğünden kurtulabilmektedir. Yahut üçüncü ülkelerde geliştireceği projelerden alacağı puanlar hedefinden düşülecektir. Bu ve bunun gibi maddelerle Dünya’daki toplam karbon salınımı düşmeyecek, sadece ticari bir meta haline gelecektir. Milyarlarca dolarla ifade edilen yeni bir piyasa oluşacaktır.
Karbon salınımındaki düşüş hedeflerinin gerçekleşmesi, sanayileşmiş ülkelerdeki yatırımların azalması ve bu da milyonlarca kişinin işsiz kalması demektir. İşsizlik meydana geldiğinde bundan ilk etkileyecek kişiler ABD’de hispanikler, zenciler ve bu gibi yabancı unsurlardır. Karbon salınımındaki gerçek düşüşü elde etmek, dünya sanayisinin geriye gitmesi, işsizlik ve buna bağlı yoksulluk demektir. Yoksulluğun çevre kirliliğini artırıcı bir etkisi olduğunu hepiniz kabul edersiniz. Bugün bile şehrin varoşlarına gittiğinizde kışın hava kirliliğinden genzinizin yandığını görebilirsiniz. Çevreyi nisbeten az kirleten teknolojiyi kullanmak belli bir hayat standardını gerektirmektedir. Çevrecilik, işsizlik ve yoksulluğu getirip tabiatın daha çok tahrip olmasına yol açacaktır.
Bugün 4.000 den fazla -ki içlerinde 70 tanesi nobel ödülü kazanmıştır- bilim adamı Mann’ın görüşlerinin tam aksini ispatlamışlardır. Harward-Smithson astrofizik merkezinin yayınlamış olduğu ‘1000 yıllık iklim çalışması’ adlı dökumanda küresel ısınmacı tezin ne kadar büyük bilimsel defektler taşıdığı izah edilmiştir. Tarihteki iklim değişiklikleri ele alınarak günümüzdeki değişikliklerin gayet tabii olduğu anlatılmak istenmiştir. Üstelik bu çalışmada Mann’ın yaptığı gibi sadece ağaç halkaları metodu kullanılmamıştır. Tarih içinde çok kısa (100 yıl) geçmişi olan ısı kayıtlarındansa, meteorolojistlerin araştırmalarında kullandıkları onlarca metoda dayalı verilerin değerlendirilmesiyle elde edilen ısı eğrileri gerçek durumu gözler önüne sermektedir. İklim değimleri karbon salınımından değil, bugün henüz bilinmeyen başka nedenlerden, belki Güneş fırtınalarından kaynaklanmaktdır. Üst atmosferde meydana gelen karbon artışının, iklim değişiminden önce mi sonra mı oluştuğu konusunda bir fikir birliği yoktur. Bu artış iklim değişiminden sonra meydana geliyorsa zaten bu konuyu tartşmak gereksizdir.
Kyoto protolünün öngördüğü iklim değişimi ve bunun insan faaliyetleri sonucu oluştuğu tezi büyük bir ekonomik silah olarak gündemimize girmiştir. Dünyadaki tüm hesaplaşmalar, bölüşümler şimdi ozon üzerinden yapılmaktadır. Yunan felsefesindeki 4 element’den (ateş, toprak, su, hava) sonuncusu da vahşi kapitalizm tarafından ticari meta haline getirilmiştir. Nefes alırken değil ama, verirken vergilendirileceğiz, ücret ödeyeceğiz. Nefesimizi dahi ücretlendirecek bu yeni kısıtlamaya karşı çıkmalı, akamete uğratmalıyız. Küresel ısınma ve buna dayalı felaket senaryolarını üzerinde hiç düşünmeden, red edilemez bilimsel gerçeklermiş gibi önümüze sunan medyaya tavır belirtmeliyiz. Geleceğimizi kurtarmak adına geleceğimizi yok etmeyi hedefleyen bu söylemin bilim diliyle konuşmadığını, politik bir proje olduğunu anlamalı ve anlatmalıyız. Fosil yakıtlara dayalı bir ekonominin sürüp gittiği Müslüman coğrafyayı derinden etkileyecek bu yalan kampanyaya teslim olmamalıyız.
(*) Makale büyük ölçüde ABD Oklahama senatörü J. M. Inhofe’in 28 Temmuz 2003 de yaptığı parlamento konuşması ve Rogelio Moduro’un ‘The Holes in Ozon Hole’ adlı kitabının özetinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
(yazı genç birikim dergisinden alıntıdır)
kriter Farkı!
KÜRESEL ISINMA DEMİŞLERDİ uyarmıştık ŞİMDİ DE BUZUL ÇAĞI geliyor DİYORLAR 1- http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=444& Itemid=5 2- http://gazete.netgazete.com/ShowPaper.aspx?news=hurriyet 3- http://arama.hurriyet.com.tr/arama.aspx?t=mini+Buzul+%c3%87a%c4%9f%c4 %b1+geliyor
Just wanted to say hi!
What is up everyone? My name is Jessica. I am from Slovakia. I am new to the forum and just wanted to say hi.. I hope I posted this in the right section on your forum... [url=http://www.kriter.org/?d8de5e108d6a2ec41241c8e71d1]http://www.kriter.org/?d8de5e108d6a2ec41241c8e71d1[/url],
Hidrojen
Aşağıda alıntılanan yazı, Küresel Isınma feryadının ardında ne yattığına dair bir ipucu vermektedir. Kaynak:http://otvav.wordpress.com/2007/03/22/kuresel-isinma-icin-yegane-cozum-yenilenebilir-enerjiler-ve-hidrojen/ KÜRESEL ISINMA İÇİN YEGANE ÇÖZÜM YENİLENEBİLİR ENERJİLER VE HİDROJEN (DÜNYA) Prof. Dr. L Engin TÜRE UNIDO-ICHET Direktör Yrd. Dünyamızı tehdit eden küresel ısınmanın temel nedeni olan ve fosil yakıtlar olarak tarif edilen kömür, petrol ve doğalgazın dünyamıza verdiği korkunç boyuttaki zararlardan biraz bahsedeceğim. Bilindiği gibi insanlık özellikle son 150 yıldır yoğun olarak bu fosil yakıtları tüketmekte ve bunun sonucu olarak dünyamız yaşanabilir bir yer olmaktan hızla çıkmaktadır. Fosil yakıtların sağladığı avantajlar yanında verdiği zararlar saymakla bitecek gibi değildir. Örneğin kömürün kalorifer kazanında veya sobalarımızda yandığı zaman atmosfere saldığı zehirli gazlardan bahsetmeden önce, kömür madenlerinden, buralarda grizu patlamaları sonucu hayatını kaybeden yüzlerce madenciden, kömürün çıkartılması, saklanması, taşınması ve nihayet yakılması sonucu çevreye verilen zararları incelememiz gerekir. Kömüre benzer şekilde petrol kuyulanndaki yangınlar, özellikle petrolün büyük tankerlerle deniz yoluyla taşınması sırasında meydana gelen kazalar sonucu denizlere saçılan ve doğal hayata geri dönülemez zararlar veren tanker facialanrının maddi boyutu maalesef tahminlerin çok üzerindedir. Birçokları tarafından adeta çevre dostu yakıt olarak takdim edilen doğalgaz ise hiç de sanıldığı gibi sütten çıkma ak kaşık değildir. Doğalgazın çevreye verdiği zararlar kömür ve petrole göre nispeten daha az da olsa, küresel ısınmaya neden olan gazların başında gelen karbondioksit ve asit yağmurlarına neden olan azot oksider, doğalgaz yakıldığında da yine bol miktarda atmosfere atılmaktadır. Fosil yakıtların çevreye verdiği tüm bu zararlar, sosyal maliyet olarak kabul edilmekte olup, bunların insanlar, bitki örtüsü, hayvanlar, hatta binalar üzerindeki olumsuz etkileri tek tek hesaplanmaktadır. Sosyal maliyet konusu üzerinde yapılan ciddi çalışmalar fosil yakıtların çevreye verdiği zararın yılda yaklaşık 5 trilyon dolar (5 bin milyar dolar) olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yani Türkiye bütçesinin neredeyse 125 katı. Fosil yakıtların bu korkunç boyuttaki zararları bilinmesine rağmen, özellikle, bunlardan büyük kazanç sağlayan uluslararası şirketler ve tabii onların desteklediği politikacılar dünyamızı kirletmeye devam etmektedirler. Burada en büyük teselli ve umudumuz ise bu kirletme sürecinin fazla devam edemeyeceği, zira fosil yakıtların 30-40 sene gibi çok yakın bir gelecekte tükenecek olmasıdır. Geçen aylarda BP Başkanı‘nın 38 yıllık petrol rezervi var beyanı üzerine, bazı ulusal gazetelerin “korkulacak bir şey yok daha 38 yıllık petrol var” şeklinde manşet atmaları, toplumun uzağı görmekten ne kadar aciz olduğunun açık bir göstergesidir. On binlerce yıllık insanlık, hatta yüzlerce yıllık devlet tarihleri içinde 38 yıl son derece küçük bir zaman dilimi olup, ülkelerin planlannı bu gerçeğe göre yapmaları gerekir. Konunun diğer boyutu ise doğaya, çevremize karşı yapılan bu acımasız saldınya karşı dünyanızın da kendi ekolojik dengesini korumak için verdiği ilginç savunmadır. Örneğin Andrew Katrina gibi isimler verilen fırtınaların şiddetlerini giderek arttırması, daha çok sel baskınları veya aşırı kuraklık olması, buzulların hızla eriyerek, denizlerin yükselmesi gibi değişiklikler son yıllarda daha çok gözlenmektedir. Bunların hepsi dünyanın bu savunma mekanizmasının bir parçası olarak kabul edilebilir. İnsanoğlu kendi bindiği dalı kesmekte ve yaşadığı çevreye verdiği zararları arttırdıkça göreceği tepkinin de giderek artacağının ve hatta bu hatanın kendi sonu olacağının bilmem farkında mı? Peki, bu problemlerin çözümü var mı? Benzin biterse otomobillerimizi neyle çalıştıracağız? Doğal gaz ve kömür biterse neyle ısınacağız? Daha temiz ve güvenli bir yakıt bulunabilir mi? Dünyamızı bu çevre kirliliğinden ve küresel ısınmadan kurtarabilecek miyiz? Bütün bu soruların cevabı kesinlikle EVET ama vakit geçirmeden politikalarımızı ve çalışmalarımızı temiz ve yenilenebilir kaynaklara yöneltmek şartıyla. Yapılan çalışmalar ve hesaplamalar, sahip olduğumuz güneş, rüzgar, jeotermal, biyoküde, hidrolik, dalga, gelgit gibi temiz enerji kaynaklarının tüm enerji ihtiyacımızın yüzlerce defa fazlasını sağlayabileceğini göstermektedir. Burada bu enerjilerin maliyetleri ve dezavantajları nelerdir soruları akla gelmektedir. Günümüzde rüzgar enerjisi gibi kaynaklar ile fosil yakıtlar karşılaştırıldığında, maalesef yukarıda kısaca değindiğim sosyal maliyet hesapları göz önüne alınmamakta ve örneğin kömürle veya doğalgaz ile çalışan bir termik santralın kuruluş, yakıt, işletme ve benzeri giderleri üzerinden üretilecek elektriğin birim fiyatı hesaplanmaktadır. Bu santralın çevreye vereceği zararlar maliyet hesaplarına dahil edilmediği için sonuç olarak elektrik fiyatı rüzgar enerjisinden elde edilecek elektrikten daha ucuz gözükmektedir. Bugün, bazı gelişmiş ülkeler karbon vergisi ve çevre etki değerlendirmesi sistemini uygulamakta olup, karşılaştırmayı bu faktörleri göz önüne alarak yapmaktadırlar. Burada unutulmaması gereken diğer bir konu da Türkiye‘nin enerjisinin yaklaşık yüzde 70‘ini ithal ettiği ve bunun karşılığında yılda 20 milyar doların üzerinde yurtdışına ödeme yaptığıdır. Ödenen bu miktarın önümüzdeki yıllarda hem artacak ithalat miktarı hem de petrol ve doğalgaza yapılacak zamlarla daha da büyüyeceği ve ekonomimizde gittikçe derinleşen bir yara açacağı kesindir. Bilindiği üzere Türkiye petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıt kaynakları yönünden fakir bir ülke olmasına karşın, güneş, rüzgar, ve jeotermal gibi temiz enerji kaynakları yönünden son derece zengin bir ülkedir. Görüldüğü gibi temiz ve yenilenebilir kaynaklara yönelmek Türkiye için bir tercih değil zorunluluktur. Atatürk‘e 1936 sanayi planı hazırlığı sırasında, kömürden benzin üretimimin mümkün fakat bunun pahalı olduğu söylendiğinde aynen şu cevabı vermiştir. “Kömürden benzin istihsali bir maliyet mevzuu değil, bir milli müdafaa mevzudur.” Temiz enerji kaynaklarının geniş çapta kullanılmasını engelleyen faktörlerin başında bu enerjilerin kesikli yani düzensiz olması ve depolanamaması gelmektedir. Örneğin güneş enerjisi günün her saatinde aynı şiddette olmadığı gibi havanın bulutlu olması halinde gücünü büyük ölçüde kaybetmektedir. Bu enerjiler ile son kullanıcı arasında bir bağlayıcıya yani sentetik bir yakıta gerek duyulmaktadır. Uzun yıllar yapılan araştırmaların sonucu bu bağlayıcının ideal yakıt olarak kabul edilen hidrojen olduğunu göstermiştir. Hidrojen aynı elektrik gibi ikincil bir enerji, yani enerji taşıyıcı olup, bir şekilde üretilmesi gerekmektedir. Bu üretimin temiz enerji kaynakları ile sudan elde edilmesi ise hem sonsuz bir enerji, hem de dünyanın küresel ısınma başta olmak üzere tüm çevre problemlerinden kurtulması anlamına gelmektedir. Örneğin güneş enerjisi ile suyun hidrojen ve oksijene ayrılması, elde edilen hidrojenin istenilen yere boru hatları veya depolanmış olarak taşınması ve daha sonra yine oksijenle birleşerek yakılması sonucunda elde edilen enerjinin atık maddesi yine birkaç damla saf su veya su buharı olmaktadır. Hidrojen güvenliği konusunda yapılan çalışmalar bu yakıtın benzin, LPG gibi yakıtlardan çok daha güvenli olduğunu göstermiştir. Bilindiği üzere 6 Mayıs 1937 de Alman yapımı Hindenburg adını taşıyan zeplinin fırtınalı bir havada Amerika da Lakehurst şehrine inerken padaması sonucu 37 kişinin hayatını kaybetmesi hidrojenin güvenliği konusunda maalesef yanlış bir kanaat oluşturmuştur. Daha sonra NASA tarafından bu konuda yapılan kapsamlı bir araştırmanın sonucu hazırlanan raporda kazanın, balonun yapıldığı kumaşın üzerine sürülen boya karışımının son derece yanıcı olmasından kaynaklandığı ve hava şartları nedeniyle bulutlardan boşalan statik elektriğin bu maddeyi ateşlediğini göstermiştir. Raporda ayrıca hidrojenin yakıt olarak değil, balonun havalanması için kullanıldığı ve motorlar için depolarda dizel yakıtı bulunduğu belirlenmiştir. Sonuç olarak, hidrojen yerine asal gaz olarak bilinen helyum gazı kullanılsa dahi kazanın kaçınılmaz olduğunu ve balon ateş aldıktan sonra dizel yakıtın saatlerce yanmaya devam ederek aynı facianın yaşanmasına neden olacağı açıklanmıştır. Bilindiği üzere hidrojen havadan 14 kat daha hafif olup, yakılabilmesi için havadaki konsantrasyonunun en az yüzde 4 olması gerekir. Hidrojenin basınçlı tüpler içindeyken, tüpün delinmesi durumunda hızla havaya yayılarak konsantrasyonu düşer ve yakılabilmesi imkansız hale gelir. Yapılan deneyler, böyle bir durumda hidrojenin yakılabilmesi için delinen tüpün 35-40 cm yakınında ilk saniyeler içinde bir kibrit çakılması gerektiğini göstermiştir. Benzinin ateş alması için gerekli konsantrasyonun yüzde 1 ve havadaki yayılma hızının hidrojene göre çok küçük olduğu göz önüne alındığında, hidrojenin benzine göre çok daha güvenli olduğu açıkça görülmektedir. Ayrıca, hidrojenin yandığı zaman sadece saf su oluşturması ve diğer yakıtlarda olduğu gibi zehirli gazlar ve karbon dioksit üretmemesi büyük bir avantaj olarak kabul edilir. Bilindiği üzere, özellikle uçak yangınlarında bir çok insan duman ve zehirli gazlar nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Örneğin pistte çarpışan uçaklarda çıkan yangınlar üzerine yapılan bir çalışmada, bu uçaklarda benzin yerine hidrojen kullanılması durumunda hiç kimsenin hayatını kaybetmeyeceği anlaşılmıştır. Hidrojenin güvenlik açısından diğer yakıtlara göre diğer bir üstünlüğü ise hidrojen alevinin ısı yaymasının çok daha az olması dolaysıyla etrafına daha az zarar vermesi ve yangının yayılmasına engel olmasıdır. Fosil yakıtlardan yalnız doğrudan yakma ile enerji elde edilebilirken hidrojenden katalitik yanma, kimyasal dönüşün, doğrudan buhar üretimi ve en önemlisi elektrokimyasal dönüşüm yoluyla enerji temin etmek mümkündür. Yakıt pilleri (Fuel cell) olarak bilinen bu sistemlerle hidrojenden yüksek verimde elektrik enerjisi elde edilebilmektedir. Günümüzde yakıt pilleri artık diz üstü bilgisayarlardan, otomobil otobüs gibi taşıt araçlarından denizaltılara kadar hemen her yerde kullanılmaya başlanmıştır. Hidrojenle çalışan yüzlerce otomobil, otobüs ve diğer, araçlar artık dünyanın her tarafında insan ve yük taşımaktadır. Dünyada birçok ülke önümüzdeki yıllarda hidrojen enerjisine geçiş için yoğun çalışmalar yapmaktadırlar. Ayrıca, sınırlı miktarda rezerve sahip fosil yakıtların 40-50 sene gibi çok kısa bir sürede tükeneceği gerçeği göz önüne alındığında zaten başka bir alternatif de bulunmamaktadır. Hidrojen enerjisi, ülkeleri petrol doğalgaz gibi yakıtların ithali konusunda dışa bağımlı olmaktan kurtardığı için “bağımsızlık yakıtı” olarak da adlandırılmaktadır. Nisan 2004 de Kaliforniya Valisi Arnold Schwarzenegger “Hidrojen Otoyolları” projesi çerçevesinde halen 12 adet olan hidrojen dolum istasyonu sayısını önümüzdeki 6 yılda 200‘e çıkartmak için çalışma başlatmış ve bundan böyle her 30 km de hidrojenli arabalar için dolum istasyonları bulunacağı müjdesini vermiştir. Japonya önümüzdeki 20 yıl içinde 15 milyon hidrojenle çalışan otomobil imali için karar almış bulunmaktadır. Bu konuda dünyanın çeşitli ülkelerinden yüzlerce örnek vermek mümkündür. Hidrojen enerjisi konusunda Türkiye‘de de çok önemli adımlar atılmıştır. Uluslararası Hidrojen Enerjisi Birliği (IAHE) Başkanı ve Miami Üniversitesi Temiz Enerji Enstitüsü Direktörü, Türk bilim adamı Prof. Dr. T. Nejat Veziroğlu‘nun uzun yıllar süren çabaları nihayet sonuç vermiş ve Dünyada tek olan “Birleşmiş Milleder Uluslararası Hidrojen Enerjisi Teknolojileri Merkezi (UNIDO-ICHET) Mayıs 2004 yılında İstanbul‘da kurularak çalışmalarına başlamıştır. Türkiye bugüne kadar hızla gelişen teknolojiyi yakalamakta geç kalmış ve devamlı teknoloji ithal eden bir ülke konumuna gelmiştir. Hiç olmazsa enerji alanında bu konumdan çıkma şansı şimdi önümüzde durmaktadır. Artan enerji ihtiyacı ile bu ithalatın daha da artacağı kesindir. Türkiye‘nin gelişmiş bir ülke konumuna gelmesi için fırsat önümüzdedir. Hidrojen enerji teknolojisinin ülkemizde geliştirilmesi hemen her sektörde yeni iş olanakları yaratacaktır. Türk bilim adamlarının ve sanayicisinin dikkatini geleceği kesin olan bu alana çevirmesini temenni ederim. (Dünya 15.02.2007) Hidrojen Devrimi Fosil yakıtların yakın bir gelecekte tükeneceğine dair ön görüler başta otomotiv sektörü olmak üzere enerji kaynaklarıyla ilişkili sektörleri harekete geçirdi. 1990’ların ortalarından itibaren benzin ve yakıt pili ile birlikte çalışan melez (hibrid) araçlar geliştirilirken, yakıt pilinin beslenmesinde yakıt kaynağı olarak hidrojen kullanılıyor. Şu anda prototipleri geliştirilen araçlar petrol yakıtlı araçlar gibi gürültü yapmıyor ve havaya bıraktığı emisyon ise sudan ibaret. Hidrojenin üretilmesinin ucuz hale gelmesi ile birlikte yaygınlaşacak olan bu araçlar son tüketiciler için de petrol yakıtlarına oranla çok daha ucuz ve iki-üç kat daha verimli hale gelecek. Hidrojen,evsel ısınma ve elektrik ihtiyacının karşılanmasında önümüzdeki 20-30 yıllık süreçte düşük maliyeti ile önemli bir paya sahip olacak. Uzmanlara göre bugünkü teknoloji ile iki kova su ile normal büyüklükte bir evin elektrik ihtiyacının karşılanması mümkün. Önümüzdeki 30-40 yıllık dönemde Çin, Hindistan gibi yükselen ekonomilerin hızla artan talebiyle birlikte petrolün fiyatının bugünkü varil başına 60 dolar düzeyini katlaması bekleniyor. Bu durum karşısında devletler enerji çeşitliliği ve güvenliğinin sağlanması için alternatif kaynak arayışında. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelimin hız kazandığı bu dönemde geleceğin yakıtı olarak kabul edilen hidrojen hem devlet bütçelerinde hem de şirketlerin ar-ge yatırımlarında önemli bir yer tutmaya başladı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın vizyonu temiz ve sürdürülebilir enerji arzının sağlanmasında hidrojenin ekonominin tüm sektörlerinde anahtar rol üstleneceği yönünde. Hidrojenin yaygınlaşmasını sağlayacak üç unsur, enerji sektörünün ithal petrole bağımlı olması, daha verimli ve düşük maliyetli enerji sağlama, çevreyi kirletmeyen temiz kaynak arayışı. Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomilerin artan enerji talebi doğrultusunda IEA (Uluslararası Enerji Ajansı) 2013 yılında arz-talep dengesinin tamamen bozulacağına yönelik tahminlerde bulunuyor. Petrolün bugünkü ve gelecekte öngörülen durumu, ithalat bağımlılığı, fosil yakıtların yarattığı karbondioksit emisyonları ve Kyoto Sözleşmesinin emisyonlara getirdiği sınırlamalar hangi kaynaktan üretilirse üretilsin hidrojen uzmanlar tarafından “fani” dünyada “ebedi ve hazır” bir kaynak olarak nitelendiriliyor. Ancak şu anda hidrojen piyasası ticaretinin tüketici ücreti, altyapı maliyetleri, hükümetlerin destekleyici politikalarının yayılması, yeni teknolojilerin toplum ve tüketiciler tarafından kabul görmesine bağlı olduğu bir gerçek. Petrole bağlı enerji sektörünün dönüşümünün sağlanmasında özel sektör kadar destekleyici hükümet politikaları da kilit rol oynayacak. IEA bünyesinde gerçekleştirilen Hidrojen Uygulamaları Anlaşması (HIA) Genel Sekreteri Mary-Rose de Valladares hidrojenle birlikte enerji sektöründe bir dönüşüm yaşandığını savunuyor. Dünya ekonomisinin anahtarı sayılabilecek enerji sektörü çok yavaş dönüşen bir sektör. Petrol ve doğalgazın boru hatları, tanker taşımacılığı gibi büyük ulaşım projeleri ile taşınması, elektriğin bir merkezden dağıtım yollarıyla evlere ulaşması söz konusuyken, hidrojen gibi ihtiyacın olduğu noktada enerjinin üretileceği bir sisteme geçilmesi dünyadaki ekonomik yapılanmada köklü bir değişim olacağının habercisi. Gelişmekte olan ülkelerin artan enerji talebi ve dünyada elektriksiz yaşayan iki milyon için hidrojen teknolojileri kullanılabilir. Valladares’in ’leapfrog’ (kurbağa sıçrayışı) diye tanımladığı, gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyacını bu şekilde karşılaması ile ekonomik alanda önemli bir sıçrayış yakalaması mümkün. Hidrojen enerjisinin global olarak kullanılacağı asıl büyük pazar ise otomotiv; ulaşım sektörü. Bu alanda da bugüne kadar yapılan çalışmalar, hidrojenle çalışan yakıt pilli araçların üretilmesi, bu alanda büyük bir rekabetin başlayacağını gösteriyor. Enerji ve otomotiv yavaş yol alınan sektörler olduğu için şu an hibrid (melez) otomotivlerle başlayan dönüşüm süreci araçların 5.- 6. jenerasyonlarının üretilmesi ile hidrojenle veya başka kaynaklarla çalışan yakıt pilli araçların tamamen piyasada olması ile tamamlanacak. Yakında Depolar Hidrojenle Fullenecek IEA bünyesinde Hidrojen Uygulamaları Anlaşması (HIA) çerçevesinde 28 yıl içerisinde hidrojenin depolanması, taşınması, farklı kaynaklardan üretilmesi gibi 14 farklı alanda çalışmalar yürütüldü. Avrupa Komisyonu’nun yanı sıra 15 ülkenin dahil olduğu anlaşma gereği üyeler genel giderler için ortak bir fona 7.500 dolar öderken, kendi ülkelerinde yürüttükleri çalışmaları ve personel giderlerini kendileri karşılıyor. HIA Genel Sekreteri Mary-Rose de Valladares 250 kişinin yer aldığı çalışmalarda bugüne kadar bir kaç milyar dolarlık bütçenin kullanılmış olduğunu dile getiriyor. Yürütülen çalışmalar önümüzdeki dönemde hidrojenin elektrik üretimi gibi dolaylı yollarla enerji üretimi sağlayan alanlarda gelişeceğini ortaya koyuyor. Hidrojen üretimi: Hidrojen elektrik gibi üretilmesi gereken bir kaynak. Suyun elektroliz yöntemiyle ayrıştırılması ve yenilenebilir kaynaklar, doğalgaz ve kömürün aracılığıyla ortaya çıkan gazın ıslah işleminden geçirilerek hidrojen üretilmesi mümkün. Türkiye’de Karadeniz’de bulunan hidrojen-sülfür de ayrı bir hidrojen kaynağı. Hidrojenin saklanması ve taşınması: Yanıcı bir gaz olmasa da sıkıştırılmış haldeyken patlayıcı özelliğe sahip olan hidrojen hava sızdırmayan, sağlam yapılar içinde depolanmalı. Bunu sağlayan en uygun madde ise sodyum bor hirörür. Bu da dünya bor rezervinin yüzde 70’ine sahip olan Türkiye’ye uluslararası üretici olma fırsatını beraberinde getiriyor. Hidrojenin kullanım alanları: - Elektrik üretimi ve ısınma, evsel yakıt pilleri - Taşınabilir cihazlar, dizüstü bilgisayar ve cep telefonu bataryaları - Ulaşım, yakıt pilli ve melez (hibrid) yakıtlı otomobiller - Enerji dışı alanlar; metalurji, cam sanayi Hidrojenin avantajları: - Hidrojenin en önemli kaynağı da, yandığında oluşturduğu atık su. Çevreye zararı yok. - Fosil yakıtlara göre iki-üç kat daha verimli. Otomobillerdeki benzin veya dizel yakıtın yüzde 80’i ısı olarak boşa harcanırken hidrojen yüzde 50-60 oranında verimli. - Otomobillerde benzine göre çok daha sessiz çalışıyor. Hidrojen ne zaman kullanıma geçecek?: - Dar bir alanda da olsa karma yakıtlı araçlarda hidrojen kullanımı var. - ABD Kaliforniya Eyaleti hidrojenli araçları teşvik etmek amacıyla 2010 yılına kadar tamamında hidrojen istasyonlarının yer aldığı bir otoyol ağı kurmayı amaçlıyor. - Yakıt pilli araçları ilk olarak 2012 yılında satışa sunulacak. - Melez (hibrid) otomotivlerle başlayan dönüşüm süreci araçların 5.-6. jenerasyonlarının üretilmesi ile hidrojenle veya başka kaynaklarla çalışan yakıt pilli araçların tamamen piyasada olması ile tamamlanacak. - 2030 yılında karma yakıtlı araçların otomotiv sektöründe payının artacağı, 2040 yılında da büyük oranda yakıt pilli araçların sektörde yer alacağı tahmin ediliyor. - Evlerde kullanım 2020 yılından itibaren yaygınlaşacak. Şirketlerin hidrojen çalışmaları: - Shell araştırma çalışmaları için 1999’da Shell Hydrogen’i kurdu. - BP de bünyesinde hidrojen departmanı kurmuş durumda. - Dünyada başta otomotiv sektöründe olmak üzere en çok Almanya ve Japonya’da araştırma yapılıyor. - 1990’larda itibaren geliştirilen melez (hibrid) yakıtlı araçlar yerini hidrojenle çalışan yakıt pilli otomobillere bırakacak. Daimler, Chrysler, Toyota gibi firmalara melez yakıtlı araçlarla deneme sürüşleri gerçekleştirirken General Motors yaklaşık 1 milyar doları hidrojenle çalışan ve yakıt pilli araçlara ayırırken son olarak Sequel hibrid aracı geliştirdi. Bugüne kadar melez ve yakıt pilli araçlar konusunda 100 milyon dolarlık araştırma yapan Hyundai bu yıl içerisinde 1 milyon dolarlık maliyetle hidrojenle çalışan yakıt pilli aracı üretti. - AB hidrojen araştırmaları için 2004-2005 yılları için 300 milyon euro kaynak ayırdı. - Türkiye’de Zorlu Grubu 10 milyon dolarlık yatırımla evler için yakıt pili geliştirdi. Vestel, diz üstü bilgisayarlar, cep telefonları için gerekli şarj aletlerinin prototiplerini üretti. - Akaryakıt firması Aytemiz hidrojen araştırmalarını gündeminde. Aytemiz ABD’li gaz şirketi Praxair ile hidrojen üretimi çalışmaları yürütüyor. - Elimsan Topluluğu da Plug Power şirketi ile birlikte 5 kilovatlık yakıt hücreleri geliştirdi. - KOBİ’ler de hidrojenli cihazlara ilgi gösteriyor. Fırat otomotiv otomobillerde hidrojen üreten Hidrokit adlı ürünü geliştirdi. Benzinle bir arada kullanılan hidrojen sayesinde yüzde 25 oranında yakıt tasarrufu ve performansı artışı, karbondioksit emisyonunda da yüzde 70’lik bir azalma sağlanıyor. Endüstriyel uygulamalar için enerji dağıtım sistemleri üzerine çalışan EAE Elektrik de hidrojenle beslenerek elektrik üretimi yapan 1,5 vatlık bir yakıt pili geliştirdi. Yakıt pilinin satış fiyatı 3.000 dolar. - Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nun 100.000 euro başlangıç bütçesi ile geliştirdiği hidrojen enerjisi ile çalışan Türkiye’nin ilk melez otomobili de 3 ay içerisinde tamamlanacak. Şehir içi ulaşım için geliştirilen batarya takviyeli aracın 10-15.000 YTL satış fiyatı olması hedefleniyor. Hidrojen Bor Endüstrisini de Geliştirecek Hidrojenin güvenli bir şekilde taşınması ve depolanması için en uygun maden bor. Dünya bor rezervinin yüzde 70’ine sahip Türkiye’de hidrojen enerjisinin özellikle otomotivde yaygınlaşmasıyla bor endüstrisinde de önemli adımlar atılması mümkün. Geçtiğimiz günlerde hidrojenin saklanması ve taşınmasına yönelik araştırma çalışmaları geliştirmek üzere UNIDO ICHET ve BOREN bir işbirliği anlaşması imzaladı. Otomotiv sektöründe 2040 yılına kadar tamamen yakıt pilli araçların üretilmesi durumunda ise hidrojenin saklanacağı her araçtaki 40-50 kilogramlık sodyum bor hidrür Türkiye’de üretilebilir. Her yıl 50 milyon adet aracın piyasaya sürüldüğü düşünüldüğünde Türkiye’nin bu alandaki yatırımı hidrojene yönelmiş bir otomotiv sektörünün yan sanayinde önemli bir güç olmasını sağlayacaktır. 1970’li yıllardan bu yana hidrojen üzerine çalışan ve dünya genelinde hidrojen enerjisi konusunda öncülerden biri sayılan Prof. Dr. Nejat Veziroğlu da hidrojenin Türkiye için önemli bir gelir kaynağı haline geleceğini savunuyor. Şu anda yakıt ihtiyacının yüzde 70’ini petrol, doğalgaz ve hatta kömür ithalatı ile karşılıyor. Veziroğlu’na göre, hidrojen yayıldığında Türkiye hidrojenini yenilenebilir kaynaklarla kendi üretecek. Nükleer enerjiden de hidrojen üretilebileceğini söylen Veziroğlu, Karadeniz’in altındaki hidrojen üretimi için sudan üç kat daha ucuz hidrojen sülfür gibi Türkiye’nin hidrojen kaynakları açısından zengin olduğunu dile getiriyor. Dünya hidrojene geçtiğinde Türkiye tüm yakıt ihtiyacını kendi karşılayacak ve Avrupa’ya hidrojen satacak. Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Teşkilatı’nın (UNIDO) gelişmekte olan ülkeler için hidrojen enerjisinin geliştirilmesi yönünde İstanbul’da kurulan ve başkanlığını Veziroğlu’nun yürüttüğü Uluslararası Hidrojen Enerjisi Teknolojileri Araştırma Merkezi (UNIDO-IHEC) ar-ge ve patentlerin yanı sıra hidrojen enerjisi sektörünün üretim, depolama, fiyat gibi konuları kapsayan iki veri bankasıyla yapılan çalışmaları takip ediyor. UNIDO-IHEC hidrojen enerjisiyle ilgili birçok ülkede pilot projeler yürütüyor. Arjantin, Azerbaycan, Çin, Hindistan, Libya, Portekiz, Güney Kore’de yenilenebilir kaynaklarla hidrojen üretimi ve ulaştırmada hidrojene geçişi öngörün projelerin arasında İstanbul’da iki yıl içerisinde hidrojenli otobüslerin faaliyete geçmesi ve Bozcaada’nın tüm elektrik ihtiyacının rüzgar enerjisi ile üretilen hidrojen ile sağlanması var. Kaynak: Referans Gazetesi/Aslıhan Dellaloğlu
Hidrojen