NECİP FAZIL FENOMENİ
NECİP FAZIL FENOMENİ
(Alelade bir figür değil resmin tamamı)
(Alelade bir figür değil resmin tamamı)
Metin Önal Mengüşoğlu, Umran dergisi
Tanışma
Merhum Üstat Necip Fazıl hakkında ‘fenomen’ nitelemesi yerine ‘tek başına bir ümmet’ ifadesini kullanmak da mümkündü. Onun tek başına bir ümmet gibi hareket ederek, davasına muhtelif yeni cepheler kazandırdığı, böylece kendi açtığı yolda yine ancak kendisinin yürüdüğü bir vakıadır. Öyledir lakin bütün bir hayatı ve eserleri incelendiğinde, ciddi bir iz takibi yapıldığında, onun tek başına bir fenomen olduğu, bu yakıştırmanın biraz daha şık ve
münasip durduğu ağırlıklı kanaatimdir. Mesela ‘tek başına bir ümmet’
tabirinin önceki yüzyılda Cemalettin Afgani, Musa Carullah, Abdurreşit İbrahim,
Muhammed İkbal ve Mehmet Akif gibi şahsiyetler üzerinde daha az sırıtarak
durduğunu düşünüyorum. Müslümanlık, bahsi geçen zatların hayat serüvenlerinde,
alınlarından akan ter gibi adeta kendiliğinden, özümsenmiş bir iman
manzumesidir. Oysa Necip Fazıl hem geç intisap ve intikal etmesi hem de onu
elinde bir kılıç yahut sırtında şık bir yelek gibi taşıyor görünmesinden ötürü
daha çok bir şövalye izlenimi bırakmaktadır.
1960 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen askeri darbe, daha ileri
tarihlerde çok ciddi bir kırılma noktası olarak değerlendirilmişti.
Hatırladığım kadarıyla aynı tarih, benim ve yaşıtlarımın düşünce ve inanç
hayatında da kırılmaların başlangıcına denk düşmüştür. Benim kuşağımın tanıklık
ettiği ilk askeri darbeydi bu. Ve hepimizi bir biçimde ilgilendirmekteydi.
Namazında niyazında olan babam soruşturmalar geçirmişti. Malatya’da şehir
merkezine yakın bir evde kiracıydık. Ana caddelerden askeri araçlar geçip
gidiyordu. Olağan üstü bir hal vardı ortalıkta. Küçük yaştan beri kendisine
namaz, oruç öğretilen bir Müslüman çocuğuydum. Okuldaki öğreti ile evdeki
birbiriyle çelişiyordu. Daha o yaşlarda okulların bizi putperest bir dine
hazırladığına dair endişelerin sahibiydim. Bu sebepledir ki tahsil hayatım
boyunca bütün okullara ve derslere karşı bir sevgisizlik ve ilgisizlik
sahibiydim. Okullardaki öğreti yerine kendi düşünce ve inanç dünyama ait okul
dışı bilgilenmeleri tercih eder olmuştum.
Necip Fazıl ismini biliyordum. İlk defa nasıl, hangi vasıtayla öğrenmiştim
hatırlamıyorum. Öyle sanıyorum ki şiir okumaya olan ilgi ve merakım onun ismine
de ulaştırmıştı beni. Henüz herhangi bir eserini görmüş değildim lakin bazı
şiirlerinden bir biçimde haberdar olmuştum. Muhtemelen ilk kez Yeni İstiklal
mecmuasında gördüm adını. Hemen o mecmuadan bir adet edindim. Orada başyazılar
yazıyordu. Tam bana göre kavgacı bir dili vardı. Ve evimizdeki öğretiye yakın
bir dava ve kavganın keskin dilli bu savunucusuna hayran olmamak elimde
değildi. O kadar isabetle içimizi okuyor ve öylesine bir cesaretle davamızı
dillendiriyordu ki, aradığımı bulmuştum. Artık bir Yeni İstiklal okuyucusuydum.
Sonradan öğrendiğime göre meğer Üstadın Büyük Doğu adlı mecmuası parasızlıktan
yayınlanamıyormuş. Nitekim kısa bir süre sonra Büyük Doğu ile de
tanışacaktım.
Okulda düzenlenen bir münazarada ben de konuşmacılardan birisiydim. O
tarihlerde kültürel etkinlikler, şiir seansları bile şehirde bu işle ilgilenen
herkesin dikkatini çeker, onlar da talebelerin arasına katılır, olan biteni
izlemeye/ dinlemeye çalışırlardı. Bu münazaraya da, okul kantininde yapılıyor
olmasına rağmen, halktan bir hayli izleyici gelmişti. Münazara bitti; benim
ekip mağlup sayıldı. Ancak on konuşmacı arasında bana en iyi konuşmacı ödülü
verildi. Malatya’nın bilge düşünce adamı M. Said Çekmegil de meğer dinleyiciler
arasındaymış. Benim Yeni İstiklal ve Tohum gibi mecmualardaki yazılardan
yararlanarak hazırladığım ‘adalet’ savunması onun da dikkatini çekmiş.
Etrafındakilere ‘bu çocukla tanışalım’ diye talimat vermiş. Tanıştık. Çekmegil
şehrin mümtaz terzilerinden birisiydi. İsmini duymuştum. Hatta okuduğum
mecmualarda yazı ve şiirlerine rastlamıştım. Onunla tanışmam sanki bütün
Müslüman dünya ile tanışmama vesile oldu. Çünkü onun terzi dükkânı tam bir
Müslüman akademisiydi. Terzi dükkânı değil sanki kitap eviydi. Bir sürü İslâmî
mecmuaya orada rastladım. Birçok ünlü ismi orada tanıdım.
Üstat Necip Fazıl ile tanışmam da Çekmegil ile tanışmamın ertesine denk
düşer. Çekmegil’in dükkânı aynı zamanda Malatya Fikir Kulübü’nün gayrı resmi
faaliyet merkeziydi. Orada haftada en az iki gün toplanır fikri mütalaalar
yapardık. Günün birinde Çekmegil’in damadı ve iş ortağı merhum Alaaddin Kürün,
Necip Fazıl’ın bir konferans için Malatya’ya geleceğini, bu konuda bana da
görev düştüğünü söyledi. Onu sahnede ben takdim edecektim. Necip Fazıl’ı ne
kadar sevdiğim biliniyordu. Onun şiirlerini okulda, sahnelerde ezbere okumakla
meşhur olmuştum artık. Bir şey daha var. Esasen Necip Fazıl siyasi kimliği olan
birisiydi. Onunla beraber olmak tehlikeliydi. Nitekim şehre onu konferansa
çağırmak deveye hendek atlatmak kadar son derece zor bir işti. Ya bir
derneğiniz olacak yahut en az yedi kişi tertip heyeti kuracaktınız. Konuşmanın
yapılacağı salonu önceden belirleyecek, hatta tutulduğuna dair polise belge
gösterecektiniz. Hülasa şehirde bir konferans verdirtebilmek, bunu polis
merkezinden geçirtebilmek sanki dünyanın en zor işiydi.
Alaaddin Kürün bütün zorlukları aştı ve polisten izini koparttı. Necip
Fazıl Renkli Sinema’da konuşacaktı. Yıl 1963 veya 64 idi. Ortaokul ve
lise öğrencilerinin bu ve benzeri etkinliklere katılması yasaktı. Duyulur veya
yakalanırsa disiplin kuruluna verilir ve okuldan uzaklaştırılırlardı. Okuldan
uzaklaştırılma, sınıfta kalma, hocalar tarafından disiplin kurulunda azarlanma
kimin umurundaydı? Şehirde iki tane Chevrolet marka kuyruklu taksi vardı.
Birisini kiraladık, üzerine bir hoparlör yerleştirip bütün şehri dolaşarak halkı
konferansa davet ettik: ‘Büyük Doğu’nun Mana Şairi, Usta Oyun Yazarı, Üstat
Necip Fazıl Şehrimizde’ diye bağıran, bendim.
İsmet Paşa’nın anne tarafı Malatyalıydı. Teyzesinin çocuğu ise Malatya
belediye başkanıydı. Bu sebeplerden ötürü şehir ahalisi büyük ekseriyetle
C.H.Pliydi. Necip Fazıl’ı ve onun fikriyatını sevenler azdı. Sıradan insanlar
bile, bilir bilmez bir husumet besliyorlardı bize. Nitekim belediye zabıtaları
taksinin önünü kesiyor, sabote etmek istiyorlardı. Şehirde İslâm veya
Müslümanlık adına geleneksel ve sıradan olanın dışında, en önde duran şahsiyet
elbette M. Sait Çekmegil idi. Onun haricinde ayrıca bir de Risale-i Nur okuyan
gruplar vardı. Onlar da alışılmışa muhalif eylemlerin peşindeydiler. Bunun
ötesindeki dindarlar ise her iki kesime husumet besliyorlardı. Risale-i Nur
okuyanlar, kendilerinden başkasını beğenmedikleri, Said Nursi kitaplarının
haricinde okuma yapmadıkları, başka kitaplar okuyanları da sevmedikleri için
onlarla bizim aramızda ciddi bir irtibat yoktu. Böyle bir irtibat olmadığı gibi
içlerinden kimi bağnaz ve aşırı yobazlar bizim selamımızı bile almaz
olmuşlardı.
Said Nursi’yi elbet biz de seviyorduk. Onun vefatı, akabinde mezarının
kaybedilişi yüreğimizde onulmaz yaralar açmıştı. Ancak okunan kitapları, ilgi
ve merakı tek bir merkeze, tek bir adama ve kitaba yığmak bize uygun
görünmüyordu. Mesela onlar sözünü ettiğim bu Necip Fazıl konferansına gelmişler
miydi, hatırlamıyorum. Gelmiş olsalar bile öyle sanıyorum ki görünmeyecekleri
bir noktada, ancak sıradan bir izleyici gibi, bazen de bıyık altından sırıtarak
çıkmışlardır salondan.
Şehrimize gelen Üstat ve ben hava limanında vicahi olarak tanıştırıldık. Şu
karşımda ağzı gözü oynayan, sigaraları, dünyanın en lezzetli nimetiymiş gibi,
hayır içmeyen, çiğneyen, yutan, ses tonu, seçtiği kelimeler ve güzel
Türkçesiyle kalbimi fetheden adamın karşısındaydım işte. ‘Şair’ dedi
bana. Çantasını koltuğumun altına verdi ve kendisine emanetçi yaptı beni.
İlk intiba önemli ve bir yere kadar değerlidir belki fakat sonradan
anlayacağım ki asla yeterli değildir bir insanı tanımak için. O, şiddetli bir
fırtına, dehşetli bir sel ayağı, coşkun dalgalı bir deniz gibiydi. Konuşuyor,
anlatıyor, kızıyor, gürleyip duruyordu. Ne söylediğinden ziyade nasıl söylediği
dikkat çekiyordu. Anlatırlar, bir mecliste suratına abuk sabuk çehreyle bakan
birisine ‘ne bakıyorsun’ diye sorunca adam,
‘seyrediyorum’demiş. Üstat da ardından ‘beni seyreden değil
dinleyen adamlar gelsin konuşmalarıma’ diyerek azarlamış etrafındakileri.
Kim ne derse desin o adamcağızı ben haklı buluyorum. Necip Fazıl’ı dinlemek ne
demek, o, konferanslarında bize bir drama sunuyordu. Zorunlu olarak biz de onu
seyrediyorduk. Seyretmek, dinlemekten daha fazla haz veriyordu. Laf aramızda
zaten dinleseydik de söylediklerinden pek bir şey anlayacak değildik. Dikkatli
dinleyen ve izleyenler Necip Fazıl’ın konuşmalarında umumiyetle teatral yanın
muhtevanın önüne geçtiğini göreceklerdir. Evet, son derece düzgün konuşuyordu.
Muhteşem cümleler kuruyor, izleyicisini hop kaldırıp hop oturtuyordu. Ama
konferanstan çıkanların hatırında kalanlar bence çoğunlukla olayın gösteri
tarafıydı.
O, elbette samimiyetle inandığı bir davanın yılmaz, usanmaz, iflah olmaz
bir neferiydi. Ve elbette ‘Allah’ bile demenin suç sayıldığı bir
ortamda, değme ulemanın viran olası hanede evlad-ı ıyal var düşüncesiyle ses
çıkartmadığı kimi zulüm, baskı ve dayatmalar karşısında susmayan, ağzı
kapatılsa bile bağırmak için çırpınan bir cesaret heykeliydi. Ortaya hiçbir şey
koymamış olsaydı bile, Müslüman kimliğini her kimliğinden önde tutan,
kendisinden sonraki kuşaklara, etkisi neredeyse asırlar boyu sürecekmiş gibi
görünen bir cesaret aşısı yapmıştı. Öyle bir dönemdi ki yaşanan, bir şeyleri
yaptığın, söylediğin zaman çok çok hapse atılıyordun. Sonunda ne oluyordu?
Hapisten çıkınca yine söylemeyi sürdürüyordun. Yine hapse atılınca artık
sempatizanların sana kahraman muamelesi yapıyordu. Bu soğuk savaş böylece sürüp
gidiyordu. Bir tarafta siz vardınız, öte tarafta sizi resmi öğretiye göre
düşünmeye zorlayan bir devlet. Düşünce ve inançlarınızdan tavizler isteyen bir
devlet.
Çekmegil ile bir hayli sevişiyorlardı. Malatya ziyaretlerinde Necip Fazıl
hep onun evinde misafir ediliyordu. Birlikte sabahlara kadar satranç
oynuyorlardı. Malatya hadisesi adıyla meşhur şu Ahmet Emin Yalman’ın vurulduğu
tarihte, Necip Fazıl Malatya hapishanesinde yatmış. En yakınları bile korkudan
onun adını anmaktan çekinirken, Çekmegil cezaevine bir yün döşek ve yorgan
götürmüş onun için. Her hafta muntazaman ev yemekleri taşımış. Bu bakımdan
derin bir ahbaplıkları vardı. Lakin her geçen gün giderek çoğalan düşünce ve
anlayış farklılıkları da gözden kaçmıyordu. Gerçi Necip Fazıl ile tartışmak
mümkün değildi. Her zamanki ruh haliyle hep onun dediği doğruydu ve kestirip
atıyordu. Kolay kolay kimse ona karşı bir tez ileri süremezdi. Sürenlerle ise
baş edemedi mi onları yüksek sesle azarlar, sözü gırtlağına tıkardı. Bulunduğu
bütün meclislerin en yüksek rütbelisi daima oydu. Ya buna tahammül edecektiniz
yahut onun bulunduğu yerden savuşup gidecektiniz.
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.