ÇOBAN KUR'AN'I ANLAR MI? (Sempozyumdan..)

Takdim:
Onu, en azından Çekmegil soyadından ve kendi ismiyle de tanıyorsunuz. Uzun uzun bir tanıtma yapmayacağım ben. Eserlerinden bahsetmek istiyorum. Kültür Bakanlığı'ndan çıkan 'Orwell’den Seçmeler' var, yine tercüme olan 'Uçurtma – Maugham’dan kısa Hikayeler' kitapları ile telif olan 'Tilki Tuzağı' ve en son bu yakında 'Kendimizi tartışmak' isimli eserlere imza atan Sayın Çekmegil Kriter Dergisi'nde editör olarak çalıştı ve birçok makaleye orada da imza attı. Ben kendisini buraya davet ediyorum. Efendim hoşgeldiniz.
Selami Çekmegil: Çoban Kur'an-ı anlar mı?

Evvela efendim, hepinizi en içten hürmetlerimle selamlamak istiyorum. Buraya davet edildiğim zaman bu kadar (çok sayıda) muhterem kardeşimle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Özel bir çay partisinde müşterek dertlerimizi konuşacağımız bir meclis gibi düşünmüştüm. Fakat Elhamdülillah çok değerli heyetinizin, sizlerin karşısına çıkma imkanı verdiler bana. Sizin gibi muhterem bir camiayla tanışma imkanı verdiği için vakıf yönetimine en içten hürmetlerimi arzediyorum. Bu vakıf yöneticilerinin çok değerli davetlerini bana ileten, Bursa'mızda varlığı bu şehre çok şeyler kazandırdığına emin olduğum Türkiye'nin büyük şairlerinden Metin Önal Mengüşoğlu kardeşime de bu mesajı bana ilettiği için çok teşekkür ederim...

Aslında, burada süren toplantılar hakkında -geldikten sonra- bazı kanaatlar edindim. Ben bu muhterem heyete şimdiye kadar vakfın sürdürdüğü faaliyetler kalitesinde dökümanter ve çok bilimsel, iddialı bilgiler sunmak mevkiinde değilim. Ancak hepimizin kitabı olan Kur'an-ı Azimüşşan hakkında kanaatlarımızı tartışmak hususunda bir meclis oluşturacağı için, böyle bir mecliste tezekkür etmek, tefekkür etmek ibadetine erişmekten de büyük şeref duyuyorum. Konuşmam dökümanter bilgiler vermek yerine, Kur'an'la alakalı meselelerimizi tartışmak, tahlil etmek, düşünmek ve kendimize bir takım ipuçları elde ederek toplumsal hayatta kendimize şerefli bir yer edinmek düzeyinde kalacaktır.


Sevgili arkadaşlarım, Kur'an bize bir rehberdir; hidayettir.* Kur'an zaten, namzet olduğumuz kurtuluşumuzu kolaylaştırmak için Allah'ın indirdiği bir rahmettir. Onun için Kur'an'da bir takım detay hükümlerden, bir takım bize yönelik emirlerden, bir takım kıssalardan çok daha önemlisi Kur'an'ın bize empoze ettiği 'yöntem' meselesidir. Kur'an bize hurafelerden arınmayı, heva ve hevese uymaktan kaçınmayı, bilimsel bir çizgide gerçeklere yönelmeyi telkin ediyor. Kur'an'ın en önemli özelliği budur. Ve bunu yaparken Kur'an'ı Kerim bize kıssalarla ibretler verdiği gibi, emir ve nehiyleriyle de bir takım direktifler veriyor ve yön çiziyor bizim için. Aşamayacağımız, tepemeyeceğimiz bir takım düsturları empoze ediyor. Bu özellikleri yitirmeksizin, bizim hayatta Kur'an'ın yöntemine müracaat ederek kurtuluşa ermemiz gerektiğini ve ancak onun yöntemiyle iflah olabileceğimizi düşünmemiz esas meselemiz olmalı diye düşünüyorum.

Yöntemsel karakteristik bu vasfını verdikten sonra Kur'an'ın bir de genel hitap tarzı üzerinde düşünmek istiyorum. Mesela açtığımız zaman Fatiha Süresi, kitabın anası gibi, bize bir takım ögeler veriyor ve ondan sonra Bakara süresinde hemen, bir takım kavramları bize telkin ediyor: Mütteki nedir, kafir nedir diyor? Münafık dediği iki yüzlü, hastalıklı insan tipi nedir diye bunların tarifini veriyor. Cennet, cennete liyakat ve cehennem azabından kutuluş için düsturlara, önemli şeylere işaret ediyor. Bu vasıfları tanıtarak cenneti bize tasvir ediyor, cehennemin dehşetini haber veriyor ve arkadan bunları misallendirmek yolunu seçiyor.
{mospagebreaks}

Kur'an'da, bu insana yönelik hitaplar içinde bir de bize enteresan bir yöntem daha görünüyor. Bilmiyorum -herkes muhakkak dikkat etmiştir de- şu düşüncemi ortaya getirmek istiyorum. Kur'an'da 'Ya Beni İsrail' diye bir hitap var. Beni İsrail bir kavmin adı; İsrail oğulları... Ey İsrail Oğulları diye Kur'an hitap ediyor. Ey İsrail Oğulları diye hitap eden Kur'an'da 'Ya Beni İsmail' diye bir hitaba ben rastlamadım, 'Ya beni Osman' diye bir hitaba rastlamadım. Ey Araplar diye, Ey Türkler diye, Ey Oğuz nesli diye bir hitaba ben rastlamadım ve bu beni düşündürdü. Acaba, Kur'an'ı Azimüşşan 'Ya Eyyühennas' dedikten sonra, bütün insanları kapsamına aldıktan sonra, niçin özellikle 'Ya Beni İsrail' diye bir hitap seçiyor? Bu gerçekten calibi dikkat bir şeydir. Çünkü Allah'a muhatap olmanın bir ayrı şerefi var, bir ayrı onuru var. İnsanın bütün mahlukat arasında eşref olması, onurlu olması, Allah'a muhatap olmasından kaynaklanıyor. Yani Allah'ın onu muhatap edinip, ona teklifler vermesi, onu imtihan etmesi.. insanın şerefi bununla alakalı, bundan kaynaklanıyor. O halde insana şeref veren Allah, 'Ya Beni İsrail' diye ayrıca bu kavme hitap ederken, bu kavme ayrı bir imtiyaz mı veriyor, bu kavme ayrıcalık mı tanıyor? Bu beni düşündürdü. Niçin 'Ya Beni Arap' yok, 'Ey Araplar' yok veya 'Ey Osmanoğulları' yok, bu neden böyle olabilir?..

Bir defa Kur'an kavmiyetçiliğe karşı... İnsanların üstünlüğünü takva ile tarif ediyor. O’nun emirlerine, onun nehiylerine riayetle tarif ediyor... O halde Beni İsrail de insanlardan bir insan olduğuna göre, onun üstünlüğü de bununla tayin edilir. 'Niçin Kur'an'da özel muhatap oluyor' diye düşündüm. Sonra baktım, tarihi bilgilerimle, bize öğretilenlerle, müşahedelerimle ve bugünkü müşahadelerimle baktım: İsrail oğullarının 'herkese problem olma', 'herkesin konusu olmak' bakımından bir imtiyazı var. Yani bu bir realite, insanlığın realitesi. Yani geçmişteki yurtlarından çıkarılışları, yurtlarından ayrılışları, bunun gibi bir takım imtihanlara tabi oluşları, Kızıldeniz'i geçip, onları zulümle takip edenlerin boğuluşu, mesela Romalıların onlara farklı muamele etmeleri, İspanyollar katletmeye yöneldikleri zaman Osmanoğullarının yönetiminde İslam adaletiyle korunmaları, mesela Hitler'in fırınlara atıp işkence ettiği bu kavmin işkencecisinin de neticede intihar edip kendini helak etmesi, Yahudi düşmanı Musollini'nin hezimete uğrayıp o terzil edici konuma gelmesi ve bugün Yahudi'nin bir takım insan toplulukları tarafından farklı farklı muamelelere veya prestij veya tahkir tavırlarına hedef olması ve aynı zamanda bugün dünyada, bütün dünya sorunları içerisinde İsrail oğullarının bir mihrak mevki işgal etmesi. Ve ondan sonra dünyanın ekonomik işleyişinde Yahudilerin ağırlıklı bir faktör olması.. bunlar benim dikkatimi çekti. Hiçbir kavimde bu kadar böylesine örnekleşmiş modeller karşıma çıkmıyor. Ençok bunlarda çıkıyor ve bir bakıyorum Yahudi hem şatoda yaşıyor hem de gettolarda burun sürtüyor. Bir bakıyorum Yahudi bir toplumun en zengin zümlereleri arasında oluyor hem de en sefaletli yaşayan insanları oluyor. Ve bakıyorum bazı toplumlarda en prestij verilen bir camia, aynı zamanda tersi oluyor. Şimdi o halde, zeka: mesela büyük alimler çıkıyor, Einstain çıkıyor, Marks çıkıyor, alim demeyim hadi, nazariyeciler çıkıyor. Einstain bir alimdi, alim çıkıyor. Bunun yanında Yahudinin ahmaklığı karikatürlere veya anlatımlara konu oluyor... Yani, dengeleri tarifte Yahudi en üst ve en alt uçları temsil ediyor...

O halde ben şöyle bir sonuca vardım. Kur'an, insanlara hayat rehberi olabilecek soyut düsturları tarif ederken, arkasından insanı örneklendirmek ve somut bir insan maketi göstererek, soyut düsturların bu maket üzerinde somutlaştırılarak algılanmasını kolaylaştırıyor. Bu yolla biz, bu çerçeve içerisinde, insana özgü fazilet, meziyet ve tersi kavramların hepsini bu camiada bir arada bulma imkanına sahip olabiliyoruz. Ve başlıyor Bakara Süresi, münafıkları, kafirleri tarif ettikten sonra, cezalardan bahsettikten sonra geliyor; 'Ya Beni İsrail' diyor. 'Size verdiğim nimeti ve 'Sizi alemlere üstün kıldığımı hatırlayın' diye devam edip rehberliğini somut bir insan maketi, bir insan modeli çizerek, onlar üzerindeki anlatımlarıyla, derinleştiriyor...

İşte ben de, beni bu sohbete davet eden kardeşimizin konu ne olsun dediği zaman telefonda, o anda davetçi kuruluş olarak 'Kur'an Araştırmaları Vakfı" ismini işitince, bu yöntemsel çağrışımla bir insan tipi olarak zihnimde 'çoban' tecessüm etti ve konu ‘Çoban Kur'an'ı anlayabilir mi?' olsun dedim.

Gerçekten Yahudi, nasıl toplumlar arasında 'Eyyühen nas' diye hitap eden Allah'ımızın, insanlara çizdiği somut bir maket ise, biz de insana ilişkin meselelerimizi müzakere ederken, 'çoban' diye bir tip ortaya getirip, bu çoban tipi üzerinde meselelerimizi irdeleyebiliriz diye düşündüm. Ama böyle simgesel bir tip için neden çoban aklıma geldi? Çünkü onda da simgesel bazı özellikler var. Çoban, iki şeyi, daha doğrusu üç şeyi simgeler:

Birincisi, çoban samimiyeti simgeler, çobanın önünde sade bir çizgi vardır, yaptığı görevlerin unsurları vardır, yapacağı görevin netliği ve sadeliği vardır. Bu çizgisi içerisinde samimiyet ve sadelik onun en belirgin özelliği olur; sırtında abasıyla o, dağlara meralara gider, karşısında fazlaca muamele yapacağı insanlar yok. O halde girift hesaplara da fazla ihtiyaç duymaz. Kurnazlık düşünme ortamında değildir. Bir bu var.

İkincisi, çoban okumamışlığı simgeler. Yani çoban tahsil imkanı bulamamıştır, sadece tefekkür ve tezekkür ile belki irfanını geliştirmiş, belki ruhi yeteneklerini ileri düzeye çıkartmış, deruni his ve karizma içerisinde sade insana özgü bir idrak düzeyi kazanmıştır. Bu da birşeyi simgeler, yani ümmi, yani süslü felsefelerle zihni fazla kirlenmemiş dediğimiz insan tipini simgeler...

Üçüncüsü, çoban insanlar arasında çok önemli bir gerek, bir vasıf olarak yönetim, yönetme ve bir topluluğu bir yerden alıp başka bir yere götürmeyi simgeler. Ve o bu ameliye için bir takım şeyleri kullanarak, mesela kaval çalarak, idaresindeki sürüyü kendi isteğiyle sulamaya götürmeyi temsil eder. Köpekleriyle sürünün dağılmamasını temin eder; bir de böyle bir yeteneğin temsilcisidir o. O halde, çobanda da en alt ve en üst düzeyde yetenekleri simgeleyen uç özellikler var. Çoban tipik ve sade bir hayat adamıdır.
{mospagebreaks}

Nitekim, çok ilginçtir, Kur'an'ı Kerim, Hz. Musa kıssasını anlatırken, onun bir çobanlık deneyiminden bahseder.** Efendim, Hz. Musa, muhtemelen Medyen halkıyla alakalı, bir yerden geçerken bakıyor, iki kız çocuğu gerilerde hayvanlarıyla durmuş bekliyorlar; öbür insanlar davarlarını suvarıyor. Diyor ki, 'nedir bu haliniz?' Diyorlar ki kızlar -Kur'an'daki zihnimde kalan haliyle aktarıyorum- 'biz öbür çobanların sulaması bitmeden sulamayız, onu bekliyoruz'. Herhalde bu bekleyişi uygun görmüyor Hz. Musa ve onların sürüsünü alıp, suluyor ve teslim ediyor. -Kur'an'da kıssalar anlatılırken detay anlatılmaz, olay sadece ana hatlarıyla, genel yönleriyle verilir- Kız çocuklarından birisi gelerek diyor ki, 'Babam ücretinizi vermek için muhakkak sizi görmek istiyor'... Hz. Musa gidiyor... Kız da Musayı beğenmiş anlaşılan, Kur'an'da yiğit falan gibi tabirler de geçiyor onun ağzından. Tefsirler Şuayb Aleyhisselam diye bahsediyor; kızların babası diyor ki Musa’ya, “bana 8 sene hizmet edersen kızımı sana veririm; 8 sene bana hizmet et. 10 sene de olabilir” diyor. Hz. Musa da, ahitleşip, sekiz sene sonra kızı alıyor ve gidiyor...

Şimdi bakın Cenab-ı Allah'la konuşma meziyyetine, mazhariyetine nail olmuş Kelimullah resulümüzün, peygamberimizin böyle bir çobanlık dönemi oluyor... Bugün Metin kardeşimiz bir hadisten bahsetti bana: 'Ben kuru et yiyen, davar güden bir annenin çocuğuyum' diyormuş, Peygamberimiz (SAV). Bakın, peygamberimizde çobanlık iki şekilde tezahür ediyor. Bunu söylemekle Peygamberimiz, bir anlamda sanki bununla övünüyor; yani bu halktan, bu insanlardan, bu sade insanlardan biri olmakla övünüyor... Öbür taraftan, Onu küçümseyen, ‘bu bir çoban diyen’ bir takım Yahudi unsurlar var, onlara da bir cevap veriyor.

Demek ki çobanın Kur'an'da da ve Peygamberimizin misyonunda da böyle özellikle zikredilmesinin bir hikmeti olsa gerek. Onun için kafirler, 'böyle, içimizden biri mi peygamber olacak; senin benim gibi yiyip içen biri mi peygamber olacak!'*** derken burada çobanı simgeleyerek Kur'an'ın sadece derin keşif sahiplerine, kariyer yapanlara hitap etmediğine, herkese -ama insan olan herkese- hitap eden bir mesaj modu olduğunu söylüyor. Ve bu mesajın ümmi bir çobana gelmesi, -bakın ümmi, akademik bir çalışması olmayan, biraz ticari deneyimi olan .. ama aklın zirvesinde insanlık modeli birine inmesi- Kur'an'ı Azimüşşan'ı böyle bir tipin de anlayacağının, tanıyacağının önemli bir işaretidir. Nitekim bu tezahür ediyor, benim kanaatime göre...

Şimdi evvela şunu söyleyeyim: İlmin önceliğini, meziyetini aşabilecek meziyet fazla yoktur. Ben şahsen şu anda -sizin gibi- ilmi bir düzey ifade eden, emeği geçmiş, bu alanda dirsek çürütmüş insanlar huzurunda bu halimle konuşurken, teeddüp de ediyorum. Onu özellikle söyleyeyim... Ama şunu da ilave edeyim ki, halk arasında, birtakım hayat gerçekleriyle alakası olmayan, fildişi kulesinde nazariye üretir tarzda filozofi ifade eden akademik çalışmaların, bir anlamda, tedricen, bir başka şekilde Kur'an'ı anlamayı güçleştireceğini de düşünmek ihtimali geliyor aklıma. Neden? Çünkü Kur'an'ı iyi anlayabilmek için hayatı iyi tanımak lazım. Çünkü Kur'an hayatla bir bütündür. Kur'an gerçeklerle bir bütündür. Hayat kanunlarıyla bir bütündür: Cenab–ı Allah'ın iki kategori ayetleri vardır: kevni ayetler deriz, kavli ayetler deriz. Bu iki kategori ayetin arasını birbirinden ayıran tarz ve zihniyet Kur'an'a, hakikate en aykırı tarzlardan biridir. Çünkü neden? Birisi hayatın dönüşünü, kainatın devri daim etmesini sağlamak ve ona uygun halde devamını sağlamak üzere Cenab–ı Allah'ın halk ettiği kanunlar, diğeri ise bu devri daim içerisinde aklıyla tercih yapacak insanlara bu devri daime en iyi ayak uydurabilme ölçülerini ve umdelerini vermek üzere Allah'ın indirdikleri... Bu ikisini, birbiriyle çelişkili görmek mümkün değildir. Çünkü aynı vazıın, çünkü aynı yaratıcının eserleridir. Çünkü yaratıcı bu ayetleriyle bir nizam kurmuştur. Zaten diyor ki: 'ayetlerimiz arasında bir çelişki göremezsiniz'****. Ayetleri illaki Kur'an'a tahsis etmek doğru bir yaklaşım değil. Nitekim mucizeler için ayet dendiği de vaki ve bizim fevkalade, şu hayatı idare eden kanunlara ayet dendiğine muttali olduğumuz da vaki. O halde iki ayet kategorisini birbirinden ayıran yaklaşım biçimi gayri İslami'dir...

Onun için nerede 'din mi ilim mi?' diyen bir tartışma görüyorsanız bilin ki bu İslami değildir. Eğer ilim bir gerçekliği ifade ediyorsa dini ondan ayrı görmek, dini gerçek dışı hayal ve hurafe diye tarif etmektir. İslam bunu reddediyor. Çünkü İslam hurafe düşmanı bir din. Yok eğer siz ilmi bir takım bilimsel tespitlere aykırı nazariyelerle ifade ediyorsanız o zaman da ilmi tanımıyorsunuz. Bir insanın zihni ürünlerine, ilim diyorsunuz demektir ki bu ilmi tanımamaktır... Eğer ilmi tanıyorsak ve eğer Cenab-ı Allah'ın niteliklerini, vasıflarını da biliyorsak, bilmeliyiz ki ilimle din arasında çatışma ifade eden farklılıklar iddiası İslami bir espri taşımıyor. Bu nasıl olur; mümkün mü yani? Mümkün değil. Yani ilmi gerçeklik diye, hakikat diye, doğruluk diye alacaksınız, ondan sonra da din onun dışında birşey olacak. Din ondan sonra ne olacak, sahtelik, hurafe olacak... İslam niye ilmi takviye ediyor bu kadar. Bu böyle de onun için...

Bunun gibi “akıl mı nakil mi” diyen tartışmalar da, aslında bizim rahat dönemlerimizde Yunan filozoflarına özenilerek bir takım fantazi zevklerimizin, filozofi zevklerimizin tatmini için uydurduğumuz nazari tartışmalardır. Akıl mı, nakil mi? Bunlardan biri gözse, diğeri de o gözün göreceği obje. Gözün olmadığı yerde objenin ne hikmeti var, objenin olmadığı yerde göz neyi görecek. Akılla nakli birbirinin dışına attığınız zaman, birini yok ettiğiniz zaman hayatın ne anlamı kalacak. O halde niçin akıl mı, nakil mi? Hem akıl hem nakil... Neden? Allah sadece 50 yerden fazla akıl kelimesini müştaklarıyla kullanarak hitap ediyor ve Kur'an'ı Kerim'in en çok vurgu yaptığı şey aklı kullanarak düşünmeyi temin etmek... İnsanın aslında birinci görevi, ilk vazifesi Kur'an okumak falan değil. Kur'an, devamlı Kur'an okuyor musunuz diye sormuyor... Ama, 'hala mı düşünmeyeceksiniz?' diyor: Mesela Kur'an olayları anlatıyor, güneşin doğuşunu batışını, zamanın dönüşünü, aradaki yerlere işaret ediyor arkasından da söylüyor, 'hala mı düşünmeyeceksiniz!', 'hala mı akletmeyeceksiniz!' diyor...
{mospagebreaks}

O halde değerli arkadaşlarım buradan şu sonucu çıkarıyoruz ki, Kur'an bize en çok, anlayabilmemizi teminen verilen zaruri bir şeyi: aklı öne getiriyor ve bize onunla hitap ediyor. O halde akıl varsa Allah insanı muhatap alıyor ve ona hitap ediyor... Bu akıldır aslında bizim sorumluluğumuz. Eğer biz bu aklı kullanırsak, Kur'an'dan habersiz olmamıza rağmen yine de Cennete gitmemiz mümkün; yeter ki aklı kullanalım. Neden? Çünkü akıl Allah'ın verdiği bir emanet, bir yetenek; ona ihanet etmemektir esas olan. Yani Allah size bir lütuf vermişse sizin suçunuz ona nakörlük olabilir... Allah size Kur'an'ı göstermemiş sadece akıl vermişse, Kur'an'ı size haber veren olmadıysa, Kur'an'dan haberiniz yoksa, siz nasıl Kur'an'ı okuyacaksınız, nasıl Kur'an'ı anlayacaksınız?.. Mümkün değil, Ama siz aklınızı kullanırsanız Cenab-ı Allah'ın emanetine ihanet etmediğiniz için görevinizi yerine getirdiniz ve Allah'ın ödülüne layık oldunuz. Ama onu kullanmaz ihanet ederseniz o zaman muhakkak ki bir cezası vardır bunun. Çünkü neden; Allah verdi sen teptin. Allah sana yolunu çizesin, doğruyu göresin diye bir akıl verdi, sen teptin kullanmadın, diğerini, eğriyi seçtin yanlışa düştün... Bunu klasık alimlerimizden de örneklemek mümkün. Gerekli de değil ama.. mesela Ebu Hanife'ye atfediyorlar: Bir adam peygamberi tanımasa, ama hayatın hakikatini arayış içinde ölürse bu adam müslüman ölür diyormuş. Çocuk mesela İslam fıtratı üzerine doğuyor. Bu çocuk akıl teşekkül etmeden ölürse, Kur'an'ı falan hiçbir şeyi okumamış olduğu halde müslüman hükmündedir diyorlar... Dün Gemlik'te bir sohbetimiz vardı; 'Batılı çizgide zaaflarımız' diye. Orada Helsinki'deki bir olayı anlattım: Helsinki'de geziyordum, orada istasyonların altında süpermarketler var, dükkanlar var orada geziyordum. Bir bayan ve bir bay geldiler. Bir baktım, biri elini başıma koydu, biri omzuma... Bana bir takım dualar okudular. Dualar bittikten sonra hissettim içinde neler geçtiğini ve dedimki, 'Size çok teşekkür ederim. Şunu anlıyorum ki, bana dua ettiniz. Bana iyilik istediniz. Yollarımın aydınlanmasını, kurtuluşumu dilediniz. Ve İsa'dan dilediniz bana kurtuluş vermesini' dedim. Doğru mu? Doğru dediler. Ben de dedim ki ben de bunları istiyorum sizin için, sizin için diliyorum, iyiliğinize bu iyilikle mukabele ediyorum, ancak ben Türkiye'den geldim. Ben bunu Peygamber Muhammed'den dilemiyorum, ben bunu O'nu da yaratan ve bütün rahmetin sahibi olan, bütün hidayetin sahibi olan Cenab-ı Allah'tan diliyorum, dedim. Böyle deyince tartışma çıktı. Oradaki genç nesil çoklukla İngilizce bildikleri için etrafımızda birikim başladı. Tartışıyoruz, tartışıyoruz.. papazlar aklen aciz kalınca bir iki tanesi kızdı terketti. Bir iki tanesi makul şekilde direndi. Ve sohbet neticesinde topluluk benim yaklaşım tarzımın daha rasyonel, daha kabul edilebilir, daha makul olduğunu gördü. Ve bunu hissedince ben şöyle dedim: Aranızda benim gibi müslüman ismi taşıyan var mı, bilmiyorum. Bu, patent meselesi, açıktan patent işidir. Ahmet müslümandır, Agop'sa müslüman değildir. Böyle bir patent taşıyan var mı bilmiyorum. Ama bizim bir kabulümüz var; müslümanlığın bize telkin ettiği bir kabul var. Bu kabul şudur: eğer bir insan peygamberi tanımamışsa.. - peygamberi tanımak nasıl olur, onun misyonunu, vasfını, özelliklerini tanımakla olur. Size gelirler, eğer peygamberi bir vasıf değil de faraza herhangi filozof gibi bir vasıf çizerlerse, bu peygamberi tanımak değildir. Böyle bir tip çizildiği zaman bunu kabul eden adam berbat adam olur. Peygamberimizi misyonuyla tanımıyorlarsa bunu kasdederek söyledim- Biz de bir kabul var, peygamberi tanımayan, ve Kur'an bizim kitabımız bundan haberi olmayan bir insan, bunu değerlendirme imkanı olmayan bir insan.. ne iyi ne kötü, ne doğru ne yanlış, hayatın anlamı ne, Acaba nedir dünyada yaşamanın, insanın varlık anlamı nedir gibi bir düşünce hali içinde yaşarsa, -Ebu Hanife’nin Robenson düşüncelerini taşıyorum zihnimde bunları söylerken- bu insanı biz müslüman addederiz. Bu manada -yüzlerinizden, nasiyelerinizden anlıyorum- benim gibi çok değerli müslüman arkadaşlar olduğunu hissediyorum aranızda. Bir baktım o genç çocuklar, o merakla dinleyen adamlarda bir yüz rahatlaması, bir tebessüm, 'çünkü öncesinde detay mevzuları da konuşmuştuk', müslümanlığın nereye varacağı, hayat ve realitesini konuşmuştuk. Bir tebessüm ve bir hoşnutluk. Ben bu noktayı yakaladıktan sonra, bu dengeyi bozmamak için, good bye dedim ve ayrıldım. Bir baktım o topluluktan bir kesim peşimden geliyor. Beni kahveye davet ettiler. Gittim Finlandiya kahvesinden içtim, masada da sohbeti uzattıkça uzattılar. Benden İslam hakkında kitap listesi sordular; İngilizce-Fransızca... Ben o anda -dökümanter bilgilerim de zayıf- Muhammed Hamidullah'ın İslama Giriş'inden bahsettim, Yusuf Ali'nin Kur'an tercümesinden bahsettim, Reca Garodi'nin İslamın Vadettikleri kitabından bahsettim, M. Pickthall’ün Kur'an tercümesinden bahsettim. Onun, o tercümeyi yaparken müslüman oluşundan anlattım... Not aldılar, vedalaşım ve ayrıldım.

Bakın bu, Ebu Hanife'nin dedikleri bu ictihadı, Kur'an'ın, “biz vermediğimiz gücün hesabını sormayız”, mesajına, 'La yükellifullahü nefsen illa vüs’aha'***** mesajına uygun gözüken bir düşünüş tarzı. Ve bu çocukların, bu gençlerin eğer biz götürmemişsek, biz bunlara Kur'an'ın esprisini doğru olarak nakletmemişsek, ve bu adam bundan habersizse, bu adam neyin hesabını verecek?.. O zaman Kur'an'daki -bugün bizim avami düşüncelerimizle çözümünün karşılığını bulamadığımız- birçok şeyin de yerine oturduğunu görürüz. Bu demek ki -buradan şuraya yeniden gelicem- aslında Kur'an bize hep düşünmeyi, hep doğruya yönelmeyi, hep doğruyu hedef almayı telkin ediyor... Bunu 'vemen esleme fe ulaike taharraw reşeda’****** ayetiyle çok daha net görüyoruz. Burada bir müslüman tanımı var: 'Müslümanlar ki, onlar doğruyu ararlar.' Zaten bizim imanımızla müslüman olmayanların imanı arasındaki önemli fark budur. Düşünün.. biz bir olan Allah'a inanıyoruz. Diyelim ki Hintli de 'bir ineğin' tanrı olduğuna inanıyor. İman olarak bu iki iman arasında ne fark var. İkisi de kesin kabuldür, ikisi de tartışmasız.. bu böyle denebilir. Ama öyle bir fark var ki: teslis akidesine inananın inancı onu cehenneme götürüyor, veya ineği tanrı edinenin imanı onu cehenneme götürüyor; ama benim imanım beni cennete götürüyor. Bir fark olması lazım bu iki iman arasında. Bu fark nedir? Bu fark benim imanımın doğruya iman olmasıdır... Bunun için, ilim ve bilgi imandan önce gelir... Eğer bir şeyin doğruluğunu tespit etmediyseniz bu rasgele imandır. Halbuki Kur'an diyor ki 'Biz sizi körü körüne değil, bir basiret üzere davet ediyoruz'******* Şimdi bundan tegafül Kur'an'ı tanımamaktır. 'Fe men esleme fe ulaike taharraw reşeda' diyen Cenab-ı Allah... Kur'an okurken kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınmamız lazım', ben söze başlarken içimden bu sığıntıyı yaptım inşallah, Allah beni doğru fikirler üzerinde sürdürsün diye dua ediyorum’ bu espriyi yitirmememiz lazım. Bu espriyi yitirdiğimiz zaman bizim imanımızın ineğe tapan Hintlinin imanından ne farkı kalır, mahiyet olarak bilemiyorum... Ha.. ahiretteki hesap, Cenab-ı Allah'ın. O zulmetmez.Ben bunu böyle düşünüyorum. O halde kafir nedir? Kafir, onu da Kur'an tarif ediyor. Hem de en başta:. 'O küfredenler var ya onları uyarsan da birdir, uyarmasan da; yola gelmezler' diyor. Bakın burada da kafir tarif ediliyor. Kafir nedir? ‘Kur'an'dan habersiz insan, Kur'an'a inanmayan’ deriz biz çoklukla. Haberi yoksa nasıl inansın. Peygamberi kabul etmeyen, tanımamışsa nasıl kabul etsin? Ama Kur'an ne diyor bakın 'O küfredenlen var ya onları uyarsan da birdir, uyarmasan da; yola gelmezler' Bakın kafir tarifi. Kafir ne demektir o zaman. Yanlışa şartlanmış adam. Müslüman doğruyu arayan adam, kafir yanlışa şartlanmış adam. Şimdi şu tanımı aldıktan sonra hayatın hangi çizgisini birbiriyle çelişkili görüp de hangi müslümanın hangi kafirden ayrılmadığını tespit edemeyiz. Ama kalkar bize geleneksel aktarımlar içerisinde büyük annemin 'Muhammediye' veya bir başka kitaptan yanlış öğrenerek verdiği tarifleri esas alırsam, o zaman ne Kur'an'la uyum halinde olabilirim, ne Kur'an içerisindeki tutarlılığı görebilirim, ne de hayatın içerisindeki bu tariflerin anlamını kavrayabilirim. O halde Kur'an'ı anlayabilmek için ne lazım? ön Ömpozelerden arınmış, Kur'an'ın ne dediğini anlamaya yönelik bir tavır lazım. Bu çobandadır işte. O halde Kur'an'ı en iyi İslam felsefesi okumuş bir akademisyen değil, hayatı iyi gözlemleyen çoban anlar. Çünkü o hayatın içinde... İslam felsefesi okuyan akademisyen ise fildişi kulelerde üretilmiş nazariyelerle meşgul. Tabii bu bir kanaattır; Kur'an'a bir bakıştır. Aslında İslam felsefesi okuyan akademisyen o fildişi kulesinde üretilen nazariyelerden arınarak o çoban gibi hayatın gerçekleri içerisinde Kur'an'ı anlmaya yönelirse tabiki o çobandan çok daha iyi anlar. O ayrı bir bahis. Bu espriyi unutmamak lazım. Onun için bir bakarsınız çok zeki bir yazar bunlardan birisine 'Allah'tan korkmaz profesör' diye tabir kullanmış. Adam Allah dememek için ‘aşkın boyut’ diye bir şey uyduruyor; ondan sonra, bir takım kendine göre nimetler sıralaması yapıyor. Sonra bir bakıyorsun Kur'an'ı başka nimetlerin –hatta nimetlerin değil, sun’iliklerin- altına düşürüyor... Tabii bu kişiye özel birşey, bunu genelleme yapmamak lazım. Ama şunu demek istiyorumu ki çoban -simge olarak kullanıyorum ben- çoban, safiyetiyle, sadeliğiyle, samimiyetiyle, hayat gerçeklerini müşahade ederek, güncel meselelerin içinde yoğrularak Kur'an'a yönelmek, Kur'an'ı anlamayı da kolay hale getirir. Bir de o Kur'an konusundaki bir takım aktarımcıların saptırmalarına dikkat gerek. Çünkü Kur'an'da bazı mülahazalarla mael yazılırken, tercüme ve tefsir yapılırken yönlendirmeler yapılıyor kelimeler kavramlar değiştiriliyor. Neden değiştiriliyor? Çünkü egemen bir görüş, bilimsel bir kanaat var. Şimdi okuyor; bir de bakıyor tam tercüme ederse tercümesi bilimsel dediği kanaatiyle çelişiyor, ve ne yapıyor o zaman; bu ikisi arasında uyum sağlamak için mealde kelime değişikliği yapıyor. Örnek vermek mümkün. Mesela 'ashabül yemin' dedi Kur'an'ı Kerim.********. Bu nedir sağ ehli. Bir anlamda Türkçe konuşursanız sağcı. Piyasada da cari bir sağcı tarifi var. Kur'an'aki sağcıyı getirip buna koysa yakıştıramıyor. Bunu bunla tercüme ettimi olmuyor. O zaman ne yapıyor. Sağ ehlini kaldırıyor ve kitabı sağdan verilenler diyor. O başka bir olay bu başka bir olay. Çünkü arkasından Cenab-ı Allah hemen arkasından sağ ehlinin tarifini getiriyor. Mesela sol ehli diyor. Orada bir tarif var. Bu tarifi bırakıyor ve bunun yerine insanların uydurduğu tarifi esas alıyor. Onunla Kur'an meallendirmeye başlıyor ve o zaman Kur'an anlamını yitiriyor. O zaman ne oluyor. Bu tanımlar başka yerlerde de tekrarlandığı için Kur'an'ın kendi içerisindeki tutarlılığını yok ediyor. Bunlardan bir tanesi de örneğin kavim, millet ve din kelimesi üzerinde yapılıyor. ve Kur'an'ı tercüme ederken yine konuyu saptırıyor. Kur'an'ın orjinalinde 'Allah Nuh kavmine terzil edici bir azaptan haber veriyor'********* Şimdi Nuh kavminin içerisinde Nuh'a inanmayanlar, onun mesajına inanmayanlar var, kabullenenler var... Şimdi reddedenler için böyle bir azabtan bahsediyor Kur'an'ı Azimüşşan. Halbuki bir yerde de İbrahim milletinin saadetinden bahsediyor. Şimdi bizim mealci, kavim kelimesinin orjinalindeki yerini beğenmiyor tercüme ederken diyorki Allah Nuh milletine terzil edici bir azap vaat etti diyor. Kur'an'ı öyle tercüme ediyor.********** Nuh milletine terzil edici bir azap vardır dediğiniz zaman, diğer bir ifade ile de İbrahim'in kurtulmuş milletine acıklı bir haber var demiş oluyorsunuz. Çünkü Nuh Milleti de müslümanlardan ve dolayısıyla İbrahim Milletinden. Kur’andaki kavim kelimesini millet diye çevirince Kur’anla cennet vaat edilmiş bir millete getirip, Kur’an ağzından terzil edici bir azaptan söz etmiş oluyorsunuz. Halbu ki, oradaki ifade ile buradakinin arasındaki çelişkiyi sen uyduruyorsun Kur'an'da yok ki böyle birşey. Şimdi üçü de Arapça olan bu üç kelimeyi bizim mütercimimiz tercümesinde 'Allah bunları doğru kullanmamış' diye birini diğeriyle yer değiştiriyor ve Kur'an içerisindeki tutarlılığı yok ediyor... Bir de böyle bir espri var...
{mospagebreaks}

Demek ki arkadaşlar bunlardan arındığımız zaman, Kur'an'ı Azimüşşanı salt angaje olmamış akıl ve tefekkür ile -kendi mantığı içinde- anlamaya yönelirse -ki Kur'an insan olarak herkese hitap ediyor- çoban da Kur'an'ı böylelerinden daha iyi anlayabilir ve de anlar... Zaten Muhammed İkbal'in çok iyi bir deyişi var. Şimdi şair adam, şairce söylüyor: 'Kur'an, her okuyuşunda yeniden sana inzal olup, yeniden birşey anlatmıyorsa, ne Razi'nin tefsiri sana birşey söyler, ne de Zemahşeri'nin Keşşaf'ından birşey anlayabilirsin' diyor. Mana olarak böyle diyor;aklımda böyle kalmış... Onun için dikkat edin İkbal'in bu sözü müthiş bir söz. Zemahşeri'nin tefsiri bugün için zaten bana fazla birşey ifade etmez. Neden? Çünki, Zemahşeri Kur'an'ı, o güzelim genel kuralları o gün yorumlarken, içinde bulunduğu olaylar zihninde bulunarak yorumluyor. Halbuki bugün olayların boyutu farklı. Olaylar nitelik değiştirmiş, biçim değiştirmiş, boyut değiştirmiş. O halde bugün bu Kur'an'ı okuyan adam bu günkü olaylar boyutunda Kur'an'ı kendine yeniden nazil oluyormuş gibi yeni bir algılamayla telakki etmek durumunda. Ha bu demek değildir ki onlardan istifade edilmez. Kesinlikle böyle bir fikrim yok. Ama Kur'an kendisi sana bir şey ifade etmiyorsa, ki İkbal öyle diyor, Zemahşeri'nin Keşşaf'ı sana hiç birşey söylemez. Neticede o bir beşer kelamı. Ama bu Allah'ın kelamı. Hatta bu konuda Temimi de, ‘Fatiha süresi her okuyuşunuzda size yeni şeyler söyler’ diyormuş. Böyle ifadeler var...'

Değerli arkadaşlarım biz Kur'an'a muhatap olmakla mükellefiz. Yoksa onun yorumlarına, onun tefsirlerine değil... Bizimle Allah arasında hiçbir perde yoktur. Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. ve bizim akidemizde papazın yeri yoktur. Ve bizim akidemizde öğretmenin misyonu öğretmekle sınırlıdır. Hiçbir zaman öğretmenin misyonu Kur'an'ın önünü kesmek için kullanılamaz, bu mümkün değildir. Öğretmen dahi samimi müslüman olursa, Kur'an'a bağlı bu pozisyonuyla sevapların en yücesine erişir ve cennete erer.. ama bu tavrını değiştirir de kendine ruhbani manada bir espri ile de bir mevki kazandırmaya yönelirse bu, Kur'ani espriye ters düşer. O halde biz Kur'an'la aramıza hiçbir mania koymamalıyız. Ve biz Kur'an'ı bize vahyeden Cenab-ı Allah'ın sözlerine eş değer başka hiç bir söz düşünmemeliyiz. Hatta bir ayet bugün bazı şeyleri de çağrıştırıyor; diyor ki: 'Onlar Allah tek başına anıldığı zaman, kalpleri kararır. Yanlarında şunları şunları da zikrederseniz o zaman tebessüm eder, açılırlar'*********** diyor. Bakın bir tip çiziyor bize. Demekki biz Allah'ı tek olarak anmalıyız. Allah'a en ufak şekilde dahi yaklaştırılacak başka bir otorite düşünmemeliyiz. Çünkü Allah'tan sonra en yüksek seviye insanın seviyesidir. İnsandan daha üstün bir seviye yok. Melekler var, melekler insana hizmete memur. Yaratılış münasebetiyle Cenab-ı Allah diyor ki, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' diyor. Bakın Allah melekleri bu kadar övmez sanıyorum. Meleklere bölye bir vasıf vermiyor Cenab-ı Allah. Cibrili Emin için dahi böyle bir vasıf vermiyor. Cibrili Emin'in o yüce yeri, yüce vasfı insanlığın en şereflisine vahiy getirmesiyle tarif ediliyor. Bu budur. Doğrudan Allah'a inkiyat ettiği için... Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’*********** Melekler’ -herhalde Cenab-ı Allah insanın vasıfları hakkında onlara birşeyler söylemiş- ‘Biz seni hamd ile tespih ile yüceliyorken, sen yeryüzünde kan dökecek, fitne fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın' diyor. Allah, 'Sizin bilmediğinizi ben bilirim' diyor. Ve o zaman diyor ki Allah, 'Hadi anlatın bakalım bana şunların isimlerini' diyor. Melekler, tabii, biz, diyorlar, ‘biz beyan ederiz ki senin öğrettiklerin dışında birşey bilmeyiz.’ Meleğin üstün vasfı da bu. Haddini biliyor, şeytan gibi küstah değil. Şeytan gibi kendini kuruntuyla farklı tarif eden, yerini bilmeyen biri değil. Şeytan gibi saptırma misyonunu da üstlenmemiş o. Diyorlar ki 'biz beyan ederiz ki senin öğrettiklerin dışında bir şey bilmeyiz'. Dönüyor ademe, ‘söyle bunlara eşyanın isimlerini’; eşyanın isimleri bir anlamda -yorumla söylüyorum- eşyanın hakikatini işaret ediyor, o hakikate nüfuz kabiliyetini, İşin mahiyetini anlama kabiliyetini işaret ediyor. Söyle bunlara diyor, afedersiniz lafızları aktaramıyorum, mana olarak iletiyorum. Ve Adem söylüyor isimleri... ‘Demedim mi ben size, sizin bilmediklerinizi ben bilirim diye...’ Allah böylece İnsanın vasfının üstünlüğünü ortaya koyuyor. Ve ‘secde edin!’ diyor. Melekler secde ediyor. İşin garibi şeytan yan çiziyor; neden? Çünkü o mevkini bilmiyor ve burnunu havaya dikiyor. Allah'a karşı kibirleniyor. Melek ve şeytanın bu farkı içerisinde insan, Allah'a muhatab olma şerefiyle yaratılıyor. Ve bu şerefi Allah bilgi ile tarif ediyor. O halde kim ilimde, bilgide daha ileri düzeyde ise insanlık şerefinde de o kadar ileridedir. Kim ilimden ve bilgiden daha uzakta ise insanlık şerefinde noksanlıklar vardır. Ama insan olduğu sürece, aklını kullandığı sürece, misyonunu unutmadığı sürece, Allah'a muhatab olduğundan gafil olmadığı sürece, insan çok şerefli varlıktır. Çünkü Allah böyle tarif ediyor...

Değerli kardeşlerim, çoban gerçekten iyi bir tiptir. Ve çoban da ön yargısız olarak, şartlanmış olmaksızın Kur'an'a yönelirse, onu olduğu gibi algılamaya hazır olduğunda iyi anlama şansını haizdir. Bu itibarla Allah bize böyle saf, böyle samimi, böylesine cenneti hedefleyen bir bakışla –ki çobanın hedefi cennettir yanı- cennetine liyakati nasip etsin. Adama söylersen cennetten tegafül etmesi mümkünmüdür? Çobanın zaten kazanacağı dünyada pek fazla birşey de yok. Ona bir tek cenneti verebilirsiniz ödül olarak. Dünyadaki hiç bir şeyin onun önünde fazla hesabı da yapılmaz. Onun için Allah bize cennete yönelmiş çoban safiyetiyle İslam'a yönelmek lütfunu esirgemesin versin, bağışlasın. Biz o zaman kalbi hastalıklı olanları da çok iyi tanırız. Mesela bize çok hikmetli bir söz söylenir. Bir büyük zata atfen 'ya olduğun gibi görün, veya göründüğün gibi ol"... Birgün otobüste seyahat ediyorum. Bilkentli öğrenci arkadaşlarla karşılaştım. Değerli tiplerdi, bu söz doğru mu dedim. O zat söylediğine göre doğrudur dediler. Peki o zat söylememiş olsaydı da doğru muydu dedim. Doğrudur dediler.Biraz düşünerek doğrudur dediler. Bakın bana yanlış gözüküyor dedim. Olduğu gibi görünmek insana değil, hayvana özgü bir meziyettir. İnsan giyinik olur. İnsan giyinir, yani bir giysi alır üzerine. Çıplaklar kampında olan insan bile o kadar uzaklaşmasına rağmen ağaçtan bir yaprak koparır saçına aksesuar niyetine takar, olduğundan daha güzel görünmeye çalışır. İnsanda böyle bir temayül vardır. Olduğu gibi görünmek koyunun kuzunun işidir. Ama siz başka platformdan aldınız dediler örneği... Sizin düşündüğünüz platformdan alalım, dedim. Oruç tutmamak nedir? Günahtır; ama oruç tutmadığını müslümanlara hakaret için sokak ortasında sigara tüttürerek, müslümanların yüzüne üfürerek, olduğu gibi görünmek temayülü -ben en kibar ifadeyi kullanayım- saygısız bir varlık görüntüsü verir. İnsan olan böyle birşey yapmaz, başka bir insana gereksiz hakaret etmez. Oruçlu olmadığını o topluluğa hürmeten gizler. Ha şu önemli bir husustur; adam olduğu gibi görünmez ama, bu arada şunu da gözden kaçırmamak gerekir, gelip müslümanlara ben sizdenim deyip, gidip başkalarına da o beyinsizlerle eğlendim diyerek, aslında ben onları alaya aldım, onlardan değilim sizdenim diyenler sahtekarlar ve de hastalıklı kalplerdir. Çünkü bunlardaki söylem ve gizlenme insanı aldatma amacına matuftur. Güzel görünmek amacına değil... Eğer insanı aldatmak gibi bir hedefiniz varsa, bu çok çirkin birşeydir. Salt insanı aldatmaya iyi demek mümkün değil. Güzel görünmek, ve güzelliğe temayül insani bir haslettir. Ve herkese karşıdır. Bundan maksat, kötülüklerini gizleyerek kötülüklerin kötü olduğu bilincinde olmaktır. Eğer siz kötülüğü teşhir ederek, onunla övünüyorsanız kötülüğün propagandasını yapıyorsunuz demektir. Esrar mesela vahim bir bela. Siz esrarı güzel diye propagandasını yapıyorsanız esrarkeşten betersiniz. Mesele şudur: insanı aldatma amacı olmaksızın, kötüyü güzel göstermemek, utanarak kötülüğünü gizlemek,. giyinik olmak bu bakımdan insani bir vasıf ve güzelliktir.
{mospagebreaks}
Bu konuşmamda esas olarak şunu vurgulamak istiyorum: ne kadar filozofik bir özellik ifade ederse etsin, sade insan aklıyla meselelere bakan, düşünen ve gerçeklerden tegafül etmeyen insanın, hayatı ve hayata yön veren İslam'ı, Kur'an'ı tanıması çok daha kolaydır. Yanlız bir şeyi hemen ilave edeyim. Kur'an'ın herşeyini anlamak da mükellefiyetimiz değildir. Hatta bazen Kur'an'ın herşeyini anlayacağım demek Kur'an'a aykırı bir yaklaşımdır. Diyorki bu Kur'an'da muhkem ayetler vardır, müteşabih ayetler vardır.************ Kalbi sağlam düzgün olanlar muhkemleri algılar, ve gereğini yapar ama kalbinde eğrilik olanlar müteşabihlere yönelir ve tevil arar. Örneğin, Kur'an diyor ki 'Sana ruhtan sorarlar, deki ruh rabbinin emrindedir. Sana da ondan çok az şey bildirilmiştir.’*************. Artık bir adam, diyebilir ki, ruhun mahiyeti ne, işte maddi mi, manevi mi? Allah diyor ki sana çözemezsin bunu! Çözemezsin... Niçin illada anlamaya uğraşıyorsun; anlasan ne olacak?. Mesela Allah'ın zatı hakkında, Allah'ın mahiyeti hakkında, birşey bilmemiz mümkün değil; bildirilmemiş. Ama sıfatları bize bildirilmiş.Bunlar ne, adam şimdi sıfatları bırakıyor Allah’ın zatıyla, mahiyetiyle kafayı yoruyor. İşte bu hastalıktır. Demek ki arkadaşlar, çoban bir de bunu bilir. Çoban bilmeyeceği şeylerin teviliyle uğraşmaz. Mevlana diyor ki, ‘sen Kur'an'ı tevil ediyorsun, kendini tevil et’. Ne büyük, ne doğru bir yaklaşım... Yani anlamadığın için Kur'an'ı eğip bükme de kendi keyfi nazariyelerinle İslama yön vereceğine kendini tevil et. İşte böyle büyük idraki Allah bütün müslümanlara nasip etsin. O zaman biz dünyada Allah'ın şahitleri oluruz ve dünyanın insanlara örnekleri, modelleri oluruz. Ama tabii ki ve kesinlikle bize egemen olan bu hurafeyle değil... Eğer biz Kur'an'ın bize verdiği ruhu, özü yitirip de biçimlerle ömür tüketirsek, biz dinimizi rezil ettiğimiz için Allah da bizi terzil eder. Nitekim ediyor... Bütün orta şarkın sömürü altında olması Allah'ın bu camiaya belki de bir cezasıdır. Neden ilk 300–400 yıldan sonra biz dinimizi hurafelere kurban etmişiz. Şahsiyetimizi yitirmişiz. ve Kur'an'ı kenara bırakıp hurafeleri din diye taklit etmişiz. Bir siyasi parti başkanının dediği gibi bize, halka diyor, yakın zamana kadar Kur'an meali verilmedi...

Haklı olmayan tarafları var bu eleştirinin ama haklı bir tarafı da var. Şimdi dinini hurafe pisliğine boğduranları da Allah cezalandırır. Toplumsa bu, toplumun cezası dünyadadır, çünkü ahiret hesabı fertler içindir. Hiçbir fert başka birinin günahını çekmez. Çünkü ahirette adalet terazisi şaşmaz. Hatta Yahudilere Cenab-ı Allah hitap ederken diyor ki 'öyle bir günden korkun ki o gün ne fidye geçerli olur, ne de bir şefaat.************** Bir zamanlar alemlere üstün kıldığı bir kavme bu torpil imkanını vermeyen Allah, başkalarına mı verecek! Onun için mi biz Allah'ı unutup da ahirette ondan bundan korunma, torpil bekleyeceğiz. Ha, ferdin hesabı ahirettedir. Ama toplumlar için, toplu olarak ahiret hesabı yok. Onlar toplum olarak yaptıkları yanlışlıkların hesabını burada görecekler.

Çoban Kur'an'ı çok net anlayabilir, iyi anlar ve bakar... Kur'an'da emirler vardır: Mesela hırsızlık yapmayacaksın bir emir, sömürmeyeceksin bir emir. Bunlar tartışmasız çok rahat anlaşılan şeyler.Ve bunlar bir elin parmak sayısını da geçmez. Bir de mecburiyetler var. ne yapacaksın; zekat vereceksin, ne yapacaksın; namaz kılacaksın, ne yapacaksın adalet uğruna, dünyaya adaleti götürmek için gayret içinde olacaksın. Yani adalet savunucusu olacaksın. Bunların sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Bu az sayıdaki emirler, bu az sayıdaki yasaklar onun dışında da insana tanınmış uçsuz bucaksız bir hürriyet alanı. Bu kadar hürriyeti hiçbir kitap, hiç bir din, hiçbir felsefe hiçbir topluma vermemiştir. İşte bu toplum bu hürriyetinden vazgeçiyorsa, bu hürriyeti bu toplum kullanamıyorsa, bu hürriyetsizlik te o toplumun kendi tercihidir. Niçin hürriyetlerimizi, bize verilen hürriyetleri terkediyoruz.
{mospagebreaks}

Evet muhterem arkadaşlar Kur'an'ı tanımak önemli bir olay. Çünkü Kur'an önemli bir rehberdir. Kur'an olmasza kurtuluşa erer miyiz bilmem ama Kur'an kurtuluşumuz için çok yararlı, çok rahmet, çok büyük bir kolaylık. Bu kolaylıktan istifade etmekten geri durmak bir takım softalara mahkum olmamıza müncer olur. Softalara, sahtelere teslim olmak bir insanın onuruna yakışır mı? O halde ilme, gerçeğe, olaylara yönelmeli. Kevni ayetlerle kavli ayetlerin arasını açmamalıyız. Açamayız da...

Ondan sonra aklımızı rafa koymamalı ve aklımızla hayatı algılamaya yönelmeliyiz. Bu takdirde Allah'ın rahmetinin hep üzerimizde olacağı kanaatindeyim. Bunlar benim düşüncelerim. Birazda tahrik ifade eden cümlelerim oldu, yanlışlarım olmuştur... En büyük mutluluğum muhterem hocalarımın huzurunda olmaktır. Çünkü düzelmek ve şu andaki yanlışlarımı da sizlere duyurmak fırsatı içindeyim ve böylece yanlışlığın mahkumu olmayacağım. Bir de, sorularla tahrik ettim; karşı sorularla tartışma zemini açmak istiyorum. Aslında eğitimde iki yöntem var; bir: pasif metod diyorlar; bir kişi konuşuyor diğerleri dinliyor, diğeri de, aktif metod diyorlar: burada herkes katılarak meseleyi birlikte müzakere ediyorlar.Bu ikincisi Ebu Hanife'nin yöntemi imiş. Aslında bu tür toplantıları herkesin katıldığı aktif eğitim yöntemiyle yapabilsek o zaman bereket çok daha fazla artar. O zaman üstün nitelikli insanlar ortaya çıkar... Bugün son olarak İngiltere'den bir hatıramı söyleyeceğim. Çocuğumu 5 yaşında bir okula götürdüm eğitim ihtiyacım var. Falan okul çok iyidir dediler. Çok övdüler; devlet okulu... Kapıyı çaldım, açtım; bir baktım odada çocuklar kimi yere yatmış, kiminin elinde masamsı birşey, kimi oturuyor, kiminin elinde boya, kiminin elinde defter; böyle.. kimi boyuyor, kimi yırtıyor, kimi yapıştırıyor bir de köşede bir bayan. Masanın önünde oturuyor. Kapıyı açtığımda bu manzarayı görünce -gençliğimde bir mahalle mektebi propagandası vardı. zihnimde yer etmiş- onu çağrıştırdım ve ürktüm. Refleks olarak kapıyı çektım ve çıktım. İradi değil, refleks olarak. Fakat çok zeki bir öğretmenmiş, çok akıllı bir bayan herhalde, dışarı çıktı ve: ‘galiba’ dedi, ‘görüntü hoşunuza gitmedi. Bakın’ dedi ‘bu okul bu yörenin en iyi okuludur. Çocuğunuzu verin’... Ücret falan yok, ha.. Ama kadın bana rica ediyor... Çünkü neden; görev bilinci var herhalde, ondan... Aldığı maaş için ülkeye katkıda bulunmak istiyor. ‘Çocuğunuzu bu okula verin’ dedi. ‘Eğer 15 gün sonra farkı hissetmezseniz, alın; çok okul var hangisine isterseniz götürün’ dedi. Utandım. O, kapıyı çekişimdeki zihnimin gerisinde saklı olan düşünceden dolayı utandım. Ve çocuğumu verdim o okula.15 gün bana vaad edilmişti; bir hafta on gün sonra çocuğumun davranışlarının değiştiğini farkettim. Bu fark nerden; bu fark çocuğa papagan gibi bir şey ezberletilmiyordu orada, ondan. Bir takım sloganlar, bir takım şeyler ezberletilmiyordu. Orada çocuklara bir yetenek kazandırılmak isteniliyordu. Daha ilk çağlarda çocukları hayat denen engebeli yolda yolu aşarken kendi kabiliyetleriyle nelere dikkat etmesi gerektiği yeteneğini kazandırmak istiyor adamlar. İyi ve kötüyü kendi aklıyla görmesi için egzersiz yaptırıyorlar. Ve öğretmen arkadan sadece izliyor. Hepsinin ne yaptığını izliyor ama müdahalesi yok; emri yok, şunu yok, bunu yok. Fakat bir bakıyorsunuz ileri yıllarda, ileri günlerde, önünü açıyor; çocuğun kabiliyetini keşfediyor. O, istikametteki çocuğun sadece önünü açıyor. Ve çocuk açılan bu yoldan yürüyor. Onun için 15 yaşına geldiği zaman marangoz olacaksa marangozluğa, pilot olacaksa pilotluğa yöneliyor, yani çocuk mecrasında yürüyor. Bizim gibi üniversiteleri bitirip de 7 milyon insan işsiz kalmıyor. Bu eğitimin farklılığıdır... İşte değerli arkadaşlar böyle aktif bir eğitim tarzı içerisinde meselelerimizi müzakere edip tartışabilecek bir yeteneğe ulaşmak dileğimi de tekrar etmek istiyorum.

Hepinize tekrar en derin saygılarımı sunuyorum, eleştireliriniz ve sorularınz varsa almak isterim. Teşekkür ederim. Görüşlerimin haklı olmayan tarafları var; bunu tahmin ediyorum...

*Bakara: 2

** Kasas: 23-27

*** Furkan: 7

**** Mülk: 3

***** Bakara: 286

****** Cin: 14

******* Yusuf 108

******** Vakıa: 27

********* Hud: 39

********** Zümer: 45

*********** Ali İmran: 7

*********** Bakara 47

M.Selami Çekmegil
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.