DOĞUŞTAN TAAHHÜDÜMÜZ
DOĞUŞTAN TAAHHÜDÜMÜZ

M. Selami ÇEKMEGİL
Felsefede bir ön kabul: vücud, ademe; varlık, daima yokluğa müreccahtır. O halde yaratılmış olmanın tartışılamaz üstünlüğü bizi bu üstün konuma ermenin karşılığı bir bedelin yükü altına sokuyor, o nimetin karşılığı bir bedelin borçlusu kılıyor…
Bir başka ifadeyle: yaratılış bir emr-i ilahi, bir emr-i vakidir. Hayatımız bu emr-i ilahiye bir mukabele; varoluşumuzu kuşatan yasalara bir nevi riayet taahhüdüdür. Varolan kişi ve toplumlar kendilerini kuşatan bu yasalara riayet, onlarla uyumlu
yaşama taahhüdüne sadakatle yükümlüdürler.
Biraz açarsak konuyu, günlük hayattan örneklerle izahını daha da kolaylaştırabiliriz sanırım. Örneğin, basite indirgeyerek söylemek istersek: belirli bir ülkede var olan, orada yaşayan bir kimse, otomotikman, o ülkenin gidişini kuşatan gereklere veya yasalara bir nevi riayet taahhüdü altına da girmiş demektir. Bunun için ayrıca sözlü veya yazılı bir mukavele yapmış olmasına ihtiyaç da yoktur. Onu kuşatan güç, o kişiyi fiilen var olan o mukaveleye dahil addederek, ona zorlayabilir, onunla yargılayabilir… Taraflar bazen bu mukaveleyi açıkça da yapabilirler. Mesela, başkasına ait bir işyerine sonradan işçi olarak giren kişi, yazılı bir mukavele metni imzalayarak, girmiş olduğu işi kuşatan şartları kabullenmiş ve o şartlara açıkça riayet taahhüdünde bulunmuş da olabilir. Açık ki her iki durumda da kişi kendini kuşatan o açık veya zımni mukavele şartlarına riayet borcu altındadır.
İnsanlık geneli itibariyle insan oluşun yol açtığı bir emr-i vaki olarak bu konumdadır; böyledir işte... Yaratılıp var olmakla, zorunlu şekilde Kadiri Mutlak yaratıcının kendine verdiği nimet ve hasletlerin gereğini yerine getirme borcu altına girmektedir: aklı ile doğruyu aramak ve düşünmek, eli ile iş görmek, ayağı ile yürümek zorunluluğunu üstlenmektedir var olmakla. Bu insanoğlunun, ayağını kırarak kendini kötürümlüğe mahkum etme hakkı yoktur; illa ki yürüyecek; illa ki ilerleyecektir...
İşte insanoğlunun varlığında mündemiç iyi ile kötüyü tefrik istidadı da böyle... O, kendisine Allah’tan ayrıca herhangi bir mesaj gelmemiş olsa; vahyi ve yazılı ilahi bir kitap indirilmemiş olsaydı da, yine kendine verilmiş olan bu istidadı ile iyiyi kötüden ayırt ederek iyiye yönelmek borcunda olacaktı. Borcundadır da... Zira, bizatihi kendi varlığında mündemiç bu kapasite ona bu borcu yüklemiş durumdadır. Bu kapasitesi ile insan, insanların haysiyet olarak biri birine eşitliğini görüp başka insanların (veya insandan aşağı varlıkların) insanlara tanrı olamayacağını anlayacak ve ona göre bir hayata yönelip, Allah’tan başka varlıklara tapınmama onurunu korumak lüzumunu idrak edecekti. Tabiatı bu olan üstün mahluk insanoğlunun, yegane tanrı olan Allah’a ‘biz bundan habersizdik’ demesi mümkün de değildir. Zira onun bu tabii özelliği (fıtratı), daha hilkatinde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye soran Allah’ın sorusuna “evet, şahidiz buna...” demesidir ki, Kur’an bu gerçeğe 7.surenin l72. Ayetinde işaret ediyor…
Ama Allah, rahman ve rahim olduğu için, insana olan iyiliğini esirgememiş ve ona zaman zaman ayrıca rehber elçiler ve mesajlar göndererek yardımını da iletmiştir. Bu mesaj ve yardımların büyük bir bölümü de sanıyorum ki, İsrailoğulları arasından çıkan peygamberler aracılığıyla olmuş... Neden böyledir onu bilemiyorum ama “Çoban Tefsiri”ndeki “Ha onlar, Ha başkaları” başlıklı bölümü hatırlamaktan da kendimi alamıyorum. Allah, o bölümden anladığım kadarıyla, (İsrailoğulları) üzerinden (de) zaman zaman rehberlik mesajları göndererek iyi ve kötü tefriki konusunuda insanoğluna yardımcı olmuş ve varoluşuyla yüküm altına girdiği iyiliği icra ve kötülükten kaçınma borcunu hatırlatıp, bu hususta ona doneler vermek, davranış kuralları göstermek suretiyle insanın işini kolaylaştırmayı murat etmiştir.
Ama insanoğlu işte... Sınandığı dünyada yine de Allah'ın kendisine verdiği iradi tercih yeteneğini kötüye kullanarak, heva ve hevesi doğrultusunda iyi-kötü tefriki yapmaktan sarfınazar edip, keyfi (akıldışı) davranışlarla varlığının öne getirdiği, ve Allah'ın zaman zaman hatırlattığı ve yinelediği taahhütlerini ihlali tercih etmektedir.
Ne var ki bunun İsrailoğulları üzerindeki bir görüntüsünü öne getirerek Allah, Kur’anda da insanlığa, fıtratının ve onurunun gereği olan yaşam tarzını ihlal etmemesini hatırlatmak üzere yeni bir uyarı derc ediyor ve:
“Vaktiyle biz İsrailoğullarına, ‘yalnız Allah’a kulluk edin (başka itiraz edilmez tanrılar edinmeyin), ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunun’... ‘İnsanlara iyiyi söyleyin, salatı ikame edin, zekatı verin’ demiş ve onlardan söz(*) almıştık. Ama azınız müstesna yüz çevirip gittiniz ve hala da çeviriyorsunuz." diyor. Devamla:
“Hani sizden bir de bir birinizin kanını dökmeyeceğinize, bir birinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair de ahit(**) almıştık. Her şeyi bilerek bunları kabul etmiştiniz; hala da biliyorsunuz…
“(Ama) bu misakı kabul eden siz, biri birinizi (yine de) öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde, size esir olarak geldiklerinde (buyruğa uymak için) fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını örtüyor musunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünyada rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.”
“İşte bunlar (bu gereklere aykırılığı benimseyenler) dünya hayatı için Ahireti satmışlardır. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ve ne de kendilerine yardım edilecektir.” diyor...
Bkz. K. 83-86
(Çoban Tefsiri’nden) M.Selami Çekmegil
(*) Bu taahhüt bir ahlak taahhüdüdür ve evrenseldir. Bütün insanlığı kuşatır. İhlali halinde hiç kimse cezasından hiçbir şekilde kurtulamaz. Buradaki insanlara güzeli söyleyin emri sadece lider konumunda olanların en zayıf kimselere dahi kibarca konuşmasını değil fakat aynı zamanda halkın sömürülmekten aldatılmaktan ve zihinleri idlal edici uyuşturmalardan korunmasını da telkin etmektedir.
(**) Yukarıdaki taahhüt evrensel bir insanlık taahhüdü ifade ettiği halde buradaki ahit, müslümanların Medine’de Hz.Muhammedin rehberlik ve öğretisi altında Yahudilerle yaptığı sözleşmeyi de işaret etmiş olabilir. Bu sözleşmenin İbn-i Hişam’ın Siret-ür Resul’ünde dercolunduğu belirtilmektedir. Sözleşmenin yorumu için Ameer Ali’nin İslamın Ruhu isimli kitabının (Londra, l922) 57-61. Sayfalarına bakılabilir. Bu sözleşme Hicretin ikinci yılında yapılmış fakat hemen sonra Yahudiler tarafından haince ihlal edilmiş...
Yorum yazabilmeniz için üye girişi yapmanız gerekmektedir.