GÖREN GÖZE GÖRE
GÖREN GÖZE GÖRE

M. Selami ÇEKMEGİL
Bilim süsü verilmiş faraziyelerle gerçek mürşit olan ilmi biri birine karıştırmamak lazım.

Oysa ki, faraziyelerle oluşan bu olgunun (adına bilim de deseniz) bütün gücüyle emrine verilmiş olduğu insanın üzerinde bir konumu yoktur. İnsanın eseri olan bir olguyu, onun üstüne çıkararak (yani tanrılaştırarak) anlamak mümkün olmadığı gibi, insanın üstünde bir değeri olduğunu iddia etmenin de bir mantık sürçmesi olduğunu göz ardı etmemek lazım.
Gerçi insanoğlu gördüğüne göre hareket etme istidadında ama, henüz görmediği gerçekleri -hatta ihtimalleri- de idrak ederek hesabına dahil etmek zorunda... Fakat o, kendisi de bir muamma sanki... “İnsan, bu meçhul!.. “ demiş Dr. Alexi Carrel şöhretli kitabının bilinen başlığına.
Gerçekten insan, kendini çözdüğü oranda hayatın manasını da biraz daha iyi anlayabiliyor, daha iyi ihata edebiliyor. Sığ insan ise, basit bir tavırla, uykuda gördüğü (rüyasındaki) canavarın gerçek olmadığını bile bile, dehşetini yaşarken bile, uyanık olduğunu sandığı gaflet halinde, “ben görmediğime asla inanmam” diye inatla dayatıyor. Oysa ki biraz ayılınca, faraza, Amerika’yı görmemiş olduğu halde Amerikanın varlığını kuşkusuz bildiğini (inandığını) rahatça söyleyebiliyor. Ya da daha çarpıcı bir örnekle, bilgisayar programlarıyla yapılan ‘sanal Ay’ yüzeyinde yürüyen ‘sanal insan’ın, gerçekten Ay’a inmiş olduğunu bile kabullenebiliyor. Sorunca da bu çelişkisini, ‘gördük ya!” hem de -güdümü kendisinde olmamasına rağmen- ‘televizyonda’ diye ilave edebiliyor.
Aklını bile görmeyen, göremeyen zavallı ahmak, sadece bakan ama göremeyen gözüne inanıyor; “ben görmediğime inanmam” diyor. Oysa ki, bilse, bir Batılı filozof, küçük insanların, bazen büyük politikacıların göz bebeğinin önüne duran saman çöpleri gibi, önlerini dahi görmelerini engelleyebileceğini ne güzel işaret etmiş. Allah bir kere insanın gözünü (basiretini) kapamasın; gözünün önündeki dev labirentleri dahi görmez, o zaman... Görmez ama, çarpınca anlar duvarın ne kadar sert olduğunu... Tıpkı, görmediği Allah kavramına atıfla, “bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” diyen ‘Titanic’ yapımcısı materyalist kafanın, bu muhteşem eserinin, daha ilk seferinde, umulmaz ve beklenmez bir biçimde batışını şapşalca görerek anlaması gibi...
Hayat insana aslında hep bunu tartıştırıyor. Bir defasında, seneler önce İngiltere’den bir yabancı dost gelmişti ziyaretime. İngiliz ırkından bir tıp öğrencisi olan Peter’le İstanbul’da gezerken, Sultanahmet’te oturup bir çay ocağı sehpasının önünde felsefi tartışmalar yapmıştık. Tartışmamız, sonuçta ebediyet ve Allah’a intikal etti. Zavallı Peter Allah’a bir şey demedi ama, ebediyeti görmediği için kabullenemediğini söyledi. Tabii ben de aksini. O söyledi, ben söyledim; o söyledi, ben söyledim... Ne dedimse, Allah’ın ve ebediyetin gerçekliğini göstermek için, bana çok makul ve kolay reddedilemez mülahazalarla karşılık verdi. Sonunda parçalar üzerinde yürüyen mantığım iflas etti. Resmen mat olmuştum... Ama gerçeği bile bile sahteye teslim olmak ne kadar acı geldi bilemezsiniz. Döndüm ve konuyu şöyle kapattım: ‘Bak, Peter’ dedim ve bütüne yöneldim, ‘bu mesele, bir taş veya demir parçasına ilişkin değil ki, ben getirip de önüne koyayım ve işte gör, sertmiş diyeyim. Mesele farklı... Onun için benim sana söyleyebileceğim son ve tek söz, benden ayrıldıktan sonra odana gittiğinde, yatmadan önce bir süre, kendi iç alemine dönerek, bildiğinden bugüne kadar ki bütün olaylarını bir sinema şeridi gibi gözden geçirip, konuyu kendine sorman olacaktır. Olayları ve iç alemini, kendi dünyanı tefekkürle gözden geçir ve kendine sor. Eğer hayatın ve kendin, sen ve gördüğün uzantılarınla sınırlı ve sonlu gözüküyorsa; bitici hissediyorsan kendini, doğrusun! Yok eğer hissin ve hayalin bitimsize uzanıyorsa, bil ki, seni ve boyutlarını aşan bir bitimsizlik var alemde. Meseleye buna göre bak ve kendini yalanlama. Mesele kendinle ilgilidir; benimle değil...
Peter dürüst bir tavırla başını kaldırdı ve: ‘ben bu dediğinizi daha evvel çok kez yaptım. His, duygu ve ufuklarım seni doğruluyor’ dedi... Akıl da zaten bu melekelerin muhassalası değil miydi?..
Peter namuslu bir arkadaştı, bana doğruyu söyledi. Kendini yalanlamadı. Ama herkes öyle değil ki... Dünya’da öyleleri var ki, sırf beni ve benim gibileri aldatmak için hep kendi kendilerini yalanlıyorlar; görmediklerine inanmadıklarını söylüyorlar. Böyle söylerken bile, hemen aksini ortaya getirip, o anda görmedikleri akıllarının, yanılgısına inanıyorlar... Ebediyete, bitimsizliğe inanmıyoruz diyorlar ama, binalarını hiç ölümleri yokmuş gibi süresiz yıkılmayacak şekilde yapıyorlar. Elle tutamadıkları, bana gösteremedikleri şereflerine inanmamı istiyorlar; şeref iddia ediyorlar: Bakır teller içinde akıp giden elektriği görmedikleri halde, çarpılmamak için gördükleri durağan teli bile tutamıyorlar. Hatta bazen, ‘falan yerden geçme falan gün’ deseniz etkilice, inanmadıklarını söylemelerine rağmen görmedikleri cinlere çarpılmamak için oradan bile geçmiyorlar... mesele biraz dürüstlük meselesidir. Görmedikleri, gösteremedikleri halde elle tutulması mümkün olmayan namusluluk gibi bir kavram icad edip, ona sığınıyorlar. Kendi kendilerini yalanlıyorlar.
İnsanlar böyledir işte; bazıları benim gibi, bazıları Peter gibi, bazıları da kendi içlerinde gizli hayatın gerçeği konusunda yalan söyleyenler gibi oluyorlar. Tarihte de demek hep böyle olmuş ki, şanlı Kur’an bir kısım İsrailoğullarına hitaben buna da işaret ediyor ve geçmişte de böyleleri bulunduğunu hatırlatarak rehberliğini sürdürüyor: “(Ey İsrailoğulları), bir zamanlar, ‘ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız’ demiştiniz de bakıp dururken hemen sizi yıldırım çarpmıştı” diyor:
Bu ayetten öyle anlıyorum ki, o toplum, kendilerine kurtarıcı rehberliğini esirgemeyen Hz. Musa’nın çok açık işaretlerini göre göre reddetmek için, O’nun gerçeğine sırt çevirince Cenab-ı Hak onları elim bir sarsıntı ile yıldırım çarpmışa çevirmiş ve altlarını üstlerine getirmiş. Bu hüviyetteki toplumu yok edip, yerine çok yeni ve gerçekçi bir toplumun ihya edici ilkelerinin egemenliğine hayat vermiş. Çünkü, diyor ki onlara Bakara suresinin 56. ayetinde devamla: “Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredesiniz”
Allah burada topluma hitabettiğine göre ve Allahın sünnetinde (yönteminde) de değişiklik göremeyeceğimize göre, buradaki ölen ve tekrar dirilenlerin bireyler değil, helak olan bir toplumun yeniden kurulması ve tarih sahnesine yeni bir hüvviyetle yeniden çıkmasıdır diye düşünüyorum. 57. Ayette bu anlatım şöyle devam ediyor:
“Ve bulutları üstünüze gölgelik yaptık. Size mennu (kudret helvası) ve selva (bıldırcın) gönderdik ve verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz (dedik)... Hakikatte onlar bize değil, kendilerine kötülük ediyorlardı.” diye tasrih te ediyor...
Gerçekten yanlışı ve kötüyü ilkeleştiren bütün toplumlar, Allah’a ve -ona sadık bireylerin ebedi hayatlarına- hiçbirşey yapamazlar. Ancak ve ancak kendilerini cehenneme yönlendirebilirler.
Nitekim toplumların kötü sonuçtan sakınmaları için hayatlarını disipline etmeleri ve kötülüğe karşı müteyakkız olmaları gerekiyor ki, Allah şöylece uyarmış, vaktiyle onları: “Hani, ‘girin şu kente de nimetlerinden dilediğinizce, bol bol yeyin; (ama nimeti bol bu kentin) kapısından secde ederek (onu size bahşeden Allah’ı tanıyarak) tevazuyla girin ve (hatalardan dolayı) bizi affet deyin ki, hatalarınızı affedelim. Biz muhsinlere (işini iyi yapanlara) ihsanı (iyiliği) artırırız’ demiştik”. “Fakat zulme sapanlar Söz’ü değiştirdiler, (inatla) kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de bu yaptıklarına karşılık olarak onların üzerine gökten pis bir azap indirdik” diye eski bir kavmin bildiğiyle meseleyi güzelce izah ediyor.
Kanaatımızca bütün toplumlar, gökten üzerlerine inecek felaketin, ya da yerden fışkıracak musibetlerin önünü kesmek için, ne yapıp yapıp, derhal, yanıltıcı keyfiliklerin güdümünden, kurtarıcı aklî ilkelerin rehberliğine yönelmelidirler. Fertlerse zaten, ancak buna riayetle ebedî Cennet ödülüne liyakat kesbederler.
Bazıları göremediği, görmek istemediği için inanmasa da Kur’an eskilerin durumunu böyle anlatarak iz’anı olanları böyle ikaz ediyor.
Selam size!...
M: Selami Çekmegil
(Çoban Tefsiri'nden)
Bkz. Bakara; 55-59:
“(Ey İsrailoğulları), bir zamanlar, ‘ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız’ demiştiniz de bakıp dururken hemen sizi yıldırım çarpmıştı” “Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredesiniz” “Ve bulutları üstünüze gölgelik yaptık. Size mennu (kudret helvası) ve selva (bıldırcın) gönderdik ve verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz (dedik)...
"Hakikatte onlar bize değil, kendilerine kötülük ediyorlardı.”
“Hani, ‘girin şu kente de nimetlerinden dilediğinizce, bol bol yeyin; (ama nimeti bol bu kentin) kapısından secde ederek (onu size bahşeden Allah’ı tanıyarak) tevazuyla girin ve (hatalardan dolayı) bizi affet deyin ki, hatalarınızı affedelim. Biz muhsinlere (işini iyi yapanlara) ihsanı (iyiliği) artırırız’ demiştik”. “Fakat zulme sapanlar Söz’ü değiştirdiler, (inatla) kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de bu yaptıklarına karşılık olarak onların üzerine gökten pis bir azap indirdik”
Gerçi insanoğlu gördüğüne göre hareket etme istidadında ama, henüz görmediği gerçekleri -hatta ihtimalleri- de idrak ederek hesabına dahil etmek zorunda... Fakat o, kendisi de bir muamma sanki... “İnsan, bu meçhul!.. “ demiş Dr. Alexi Carrel şöhretli kitabının bilinen başlığına.
Gerçekten insan, kendini çözdüğü oranda hayatın manasını da biraz daha iyi anlayabiliyor, daha iyi ihata edebiliyor. Sığ insan ise, basit bir tavırla, uykuda gördüğü (rüyasındaki) canavarın gerçek olmadığını bile bile, dehşetini yaşarken bile, uyanık olduğunu sandığı gaflet halinde, “ben görmediğime asla inanmam” diye inatla dayatıyor. Oysa ki biraz ayılınca, faraza, Amerika’yı görmemiş olduğu halde Amerikanın varlığını kuşkusuz bildiğini (inandığını) rahatça söyleyebiliyor. Ya da daha çarpıcı bir örnekle, bilgisayar programlarıyla yapılan ‘sanal Ay’ yüzeyinde yürüyen ‘sanal insan’ın, gerçekten Ay’a inmiş olduğunu bile kabullenebiliyor. Sorunca da bu çelişkisini, ‘gördük ya!” hem de -güdümü kendisinde olmamasına rağmen- ‘televizyonda’ diye ilave edebiliyor.
Aklını bile görmeyen, göremeyen zavallı ahmak, sadece bakan ama göremeyen gözüne inanıyor; “ben görmediğime inanmam” diyor. Oysa ki, bilse, bir Batılı filozof, küçük insanların, bazen büyük politikacıların göz bebeğinin önüne duran saman çöpleri gibi, önlerini dahi görmelerini engelleyebileceğini ne güzel işaret etmiş. Allah bir kere insanın gözünü (basiretini) kapamasın; gözünün önündeki dev labirentleri dahi görmez, o zaman... Görmez ama, çarpınca anlar duvarın ne kadar sert olduğunu... Tıpkı, görmediği Allah kavramına atıfla, “bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” diyen ‘Titanic’ yapımcısı materyalist kafanın, bu muhteşem eserinin, daha ilk seferinde, umulmaz ve beklenmez bir biçimde batışını şapşalca görerek anlaması gibi...
Hayat insana aslında hep bunu tartıştırıyor. Bir defasında, seneler önce İngiltere’den bir yabancı dost gelmişti ziyaretime. İngiliz ırkından bir tıp öğrencisi olan Peter’le İstanbul’da gezerken, Sultanahmet’te oturup bir çay ocağı sehpasının önünde felsefi tartışmalar yapmıştık. Tartışmamız, sonuçta ebediyet ve Allah’a intikal etti. Zavallı Peter Allah’a bir şey demedi ama, ebediyeti görmediği için kabullenemediğini söyledi. Tabii ben de aksini. O söyledi, ben söyledim; o söyledi, ben söyledim... Ne dedimse, Allah’ın ve ebediyetin gerçekliğini göstermek için, bana çok makul ve kolay reddedilemez mülahazalarla karşılık verdi. Sonunda parçalar üzerinde yürüyen mantığım iflas etti. Resmen mat olmuştum... Ama gerçeği bile bile sahteye teslim olmak ne kadar acı geldi bilemezsiniz. Döndüm ve konuyu şöyle kapattım: ‘Bak, Peter’ dedim ve bütüne yöneldim, ‘bu mesele, bir taş veya demir parçasına ilişkin değil ki, ben getirip de önüne koyayım ve işte gör, sertmiş diyeyim. Mesele farklı... Onun için benim sana söyleyebileceğim son ve tek söz, benden ayrıldıktan sonra odana gittiğinde, yatmadan önce bir süre, kendi iç alemine dönerek, bildiğinden bugüne kadar ki bütün olaylarını bir sinema şeridi gibi gözden geçirip, konuyu kendine sorman olacaktır. Olayları ve iç alemini, kendi dünyanı tefekkürle gözden geçir ve kendine sor. Eğer hayatın ve kendin, sen ve gördüğün uzantılarınla sınırlı ve sonlu gözüküyorsa; bitici hissediyorsan kendini, doğrusun! Yok eğer hissin ve hayalin bitimsize uzanıyorsa, bil ki, seni ve boyutlarını aşan bir bitimsizlik var alemde. Meseleye buna göre bak ve kendini yalanlama. Mesele kendinle ilgilidir; benimle değil...
Peter dürüst bir tavırla başını kaldırdı ve: ‘ben bu dediğinizi daha evvel çok kez yaptım. His, duygu ve ufuklarım seni doğruluyor’ dedi... Akıl da zaten bu melekelerin muhassalası değil miydi?..
Peter namuslu bir arkadaştı, bana doğruyu söyledi. Kendini yalanlamadı. Ama herkes öyle değil ki... Dünya’da öyleleri var ki, sırf beni ve benim gibileri aldatmak için hep kendi kendilerini yalanlıyorlar; görmediklerine inanmadıklarını söylüyorlar. Böyle söylerken bile, hemen aksini ortaya getirip, o anda görmedikleri akıllarının, yanılgısına inanıyorlar... Ebediyete, bitimsizliğe inanmıyoruz diyorlar ama, binalarını hiç ölümleri yokmuş gibi süresiz yıkılmayacak şekilde yapıyorlar. Elle tutamadıkları, bana gösteremedikleri şereflerine inanmamı istiyorlar; şeref iddia ediyorlar: Bakır teller içinde akıp giden elektriği görmedikleri halde, çarpılmamak için gördükleri durağan teli bile tutamıyorlar. Hatta bazen, ‘falan yerden geçme falan gün’ deseniz etkilice, inanmadıklarını söylemelerine rağmen görmedikleri cinlere çarpılmamak için oradan bile geçmiyorlar... mesele biraz dürüstlük meselesidir. Görmedikleri, gösteremedikleri halde elle tutulması mümkün olmayan namusluluk gibi bir kavram icad edip, ona sığınıyorlar. Kendi kendilerini yalanlıyorlar.
İnsanlar böyledir işte; bazıları benim gibi, bazıları Peter gibi, bazıları da kendi içlerinde gizli hayatın gerçeği konusunda yalan söyleyenler gibi oluyorlar. Tarihte de demek hep böyle olmuş ki, şanlı Kur’an bir kısım İsrailoğullarına hitaben buna da işaret ediyor ve geçmişte de böyleleri bulunduğunu hatırlatarak rehberliğini sürdürüyor: “(Ey İsrailoğulları), bir zamanlar, ‘ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız’ demiştiniz de bakıp dururken hemen sizi yıldırım çarpmıştı” diyor:
Bu ayetten öyle anlıyorum ki, o toplum, kendilerine kurtarıcı rehberliğini esirgemeyen Hz. Musa’nın çok açık işaretlerini göre göre reddetmek için, O’nun gerçeğine sırt çevirince Cenab-ı Hak onları elim bir sarsıntı ile yıldırım çarpmışa çevirmiş ve altlarını üstlerine getirmiş. Bu hüviyetteki toplumu yok edip, yerine çok yeni ve gerçekçi bir toplumun ihya edici ilkelerinin egemenliğine hayat vermiş. Çünkü, diyor ki onlara Bakara suresinin 56. ayetinde devamla: “Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredesiniz”
Allah burada topluma hitabettiğine göre ve Allahın sünnetinde (yönteminde) de değişiklik göremeyeceğimize göre, buradaki ölen ve tekrar dirilenlerin bireyler değil, helak olan bir toplumun yeniden kurulması ve tarih sahnesine yeni bir hüvviyetle yeniden çıkmasıdır diye düşünüyorum. 57. Ayette bu anlatım şöyle devam ediyor:
“Ve bulutları üstünüze gölgelik yaptık. Size mennu (kudret helvası) ve selva (bıldırcın) gönderdik ve verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz (dedik)... Hakikatte onlar bize değil, kendilerine kötülük ediyorlardı.” diye tasrih te ediyor...
Gerçekten yanlışı ve kötüyü ilkeleştiren bütün toplumlar, Allah’a ve -ona sadık bireylerin ebedi hayatlarına- hiçbirşey yapamazlar. Ancak ve ancak kendilerini cehenneme yönlendirebilirler.
Nitekim toplumların kötü sonuçtan sakınmaları için hayatlarını disipline etmeleri ve kötülüğe karşı müteyakkız olmaları gerekiyor ki, Allah şöylece uyarmış, vaktiyle onları: “Hani, ‘girin şu kente de nimetlerinden dilediğinizce, bol bol yeyin; (ama nimeti bol bu kentin) kapısından secde ederek (onu size bahşeden Allah’ı tanıyarak) tevazuyla girin ve (hatalardan dolayı) bizi affet deyin ki, hatalarınızı affedelim. Biz muhsinlere (işini iyi yapanlara) ihsanı (iyiliği) artırırız’ demiştik”. “Fakat zulme sapanlar Söz’ü değiştirdiler, (inatla) kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de bu yaptıklarına karşılık olarak onların üzerine gökten pis bir azap indirdik” diye eski bir kavmin bildiğiyle meseleyi güzelce izah ediyor.
Kanaatımızca bütün toplumlar, gökten üzerlerine inecek felaketin, ya da yerden fışkıracak musibetlerin önünü kesmek için, ne yapıp yapıp, derhal, yanıltıcı keyfiliklerin güdümünden, kurtarıcı aklî ilkelerin rehberliğine yönelmelidirler. Fertlerse zaten, ancak buna riayetle ebedî Cennet ödülüne liyakat kesbederler.
Bazıları göremediği, görmek istemediği için inanmasa da Kur’an eskilerin durumunu böyle anlatarak iz’anı olanları böyle ikaz ediyor.
Selam size!...
M: Selami Çekmegil
(Çoban Tefsiri'nden)
Bkz. Bakara; 55-59:
“(Ey İsrailoğulları), bir zamanlar, ‘ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız’ demiştiniz de bakıp dururken hemen sizi yıldırım çarpmıştı” “Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredesiniz” “Ve bulutları üstünüze gölgelik yaptık. Size mennu (kudret helvası) ve selva (bıldırcın) gönderdik ve verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz (dedik)...
"Hakikatte onlar bize değil, kendilerine kötülük ediyorlardı.”
“Hani, ‘girin şu kente de nimetlerinden dilediğinizce, bol bol yeyin; (ama nimeti bol bu kentin) kapısından secde ederek (onu size bahşeden Allah’ı tanıyarak) tevazuyla girin ve (hatalardan dolayı) bizi affet deyin ki, hatalarınızı affedelim. Biz muhsinlere (işini iyi yapanlara) ihsanı (iyiliği) artırırız’ demiştik”. “Fakat zulme sapanlar Söz’ü değiştirdiler, (inatla) kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de bu yaptıklarına karşılık olarak onların üzerine gökten pis bir azap indirdik”
Not:
Yazının Almanca Versiyonu; Abdulhamid ARSLANER tercümesi:
http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=1271&Itemid=49
http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=1271&Itemid=49
Görünen ve Görünmeyenleri Yorumlamak
"Görmeye göz değil ; gönül gerek" düsturundan yola çıkmış olsak , cihandaki tüm soyut ve somut kavramlar tekrar farklı bir boyut ,mana kazanırdı muhtemelen. Güzel bakan güzel görür . Bu tüm dinler için esas olmalıdır ki ; ılımlı olabilelim kendimizden biri olmayan insanlara bile...
bu tartışmalar sürüp gidecek
Hak var oldukça batl da var olacak. Ebedi hayatı inkar edenler olacak. Dünyayı anlamlandıran ebedi hayattır.